banner1001
 Yakın tarihe; kesin karar, tesbit ve menfî bir gözle bakmayalım hemen. Ortamı düşünüp, etrafı hesaba katmalı. Sebepleri ortaya koymalı. Peşin bir müspet – menfi kararla değil, nötür olarak yani tarafsız ve geçici olarak, her şeye karşı septik ve şüpheli bir gözle bakmalı. Bir süre kuluçka dönemi denecek olan bekleyişte bulunmalı. Çok zor hüküm vermeli. Verince de asla vazgeçmemeli.
Osmanlı aydını; Batı ile arasındaki ilim, fen ve sanayi açığını gidermek, bu husustaki arayı kapatmak isterken; arayı daha da açacak durumlara düştü. Yağmurdan kaçarken doluya tutuldu.
“Batının ilmini değil de, içi pis dışı süs suretini alarak; kendi ruh dünyalarına karşı bir sarsıntıya girdiler. Avrupa’nın ilmini ve tekniğini getirmesi için Batı’ya gönderilenler; bunların yerine oranın sefahatini, örfünü, an’anesini, kılığını, kıyafetini, modasını, felsefesini ve yaşayışını alıp getirdiler!”
Ayrıca Osmanlı devletinde kaht-ı rical / adam yokluğu da başlamıştı. Hani derler ya: “Adam çok, adam yok!” Çünkü materyalist, maddiyyunculuk, madde-perestlik ve mâneviyattan gittikçe uzaklaştıran menfî felsefe rüzgârlarının sarsmasıyla; gençlerimizin, yani yarının iş başına geçecek olan aydınlarımızın zihinleri allak bullak olmuştu. Her biri tek kanatlı kuşa dönmüş; yalpaladıkça yalpalıyorlardı.
Dost düşman birbirine karışmış; dost diye nice düşmanların eteğine sarılmış, doğru ile yanlışı ayıracak sağ duyudan yoksun kalmıştı.
Maalesef büyük kafalar da gaflet ve dalâlet içindeydiler. Şaşkındılar. Ne yapacaklarını bilmiyorlardı. İfrat-tefrit içinde bocalayıp duruyorlardı.
Batı’nın gittikçe parıldayan ilim yüzü, aydınlarımızın ve idarecilerimizin gözlerini kamaştırdı. Zamanla geri kalış sebebini; yüzeysel bir bakışla mahiyetinden mahrum kaldıkları İslâm dininde görmeye başladılar.
Dinin özü, zamanın ilcaatiyle unutulmaya yüz tutmuş olduğundan; yanlış anlaşılan dış görünüşü ise, onları tatmin etmez olmuştu.
Bu yüzden, ne dine canla başla sarılabiliyorlar, ne de ondan tam olarak uzaklaşmak istiyorlardı. İki derede bir arada kalmışlardı.
Ama yine de bu halden kurtulmak; doğru İslâmiyeti öğrenmekten ve İslâmiyete yakışan doğruluğu canla başla yaşamaktan geçiyordu.
Biz bu dalgalanmalar içindeyken; 19 ve 20. asırda teknolojik gelişme, icat ve buluşlar âdeta birbirini kovaladı. İnsan hayatını çok kolaylaştırdı.
Bu güzel, yerinde ve yeni gelişmeler arka arkaya kendini gösterirken; kapitalizm, materyalizm ve ateizm de boş durmuyor; insanın ruh dünyasını tarümar ediyor; karma karışık bir hâle getiriyordu.
İşte böyle bir atmosferde, Türk aydını başkasını taklit edeyim derken, kendi yürüyüşünü de unuttu.
Böyle bir atmosferde nice gençler bunalıma düştüler. Nitekim yabancı yazarların, şarkiyatçı ve doğu bilimcilerin İslâm Tarihi’ni -dolaylı şekilde- karalayan, yanlış yorumlayan eserleri yüzünden; bildikleri ile çatışan, bildikleri tarih bilgisine ters düşen anlatılar sonucunda, intihar edenler bile oldu!
O sisli zamanlarda, asrîleşmenin ve modern insan olmanın yolu; kimilerine göre materyalist felsefe akımına kapılmaktan geçiyordu!
Öyle ki, “Bu milleti adam etmek için Batı’dan damızlık erkek getirmek gerek!” diyecek kadar ileri gidenler bile çıktı!
Dahası, ne kadar İslâmî değer varsa, hepsine karşı âdeta savaş açanlar dahi oldu!
Meselâ Mehmet Ziya Gökalp (1876 – 1923) din eğitimi aldığı ve hatta Tasavvufa yöneldiği halde, tam tersi bir yola daldı!
Menfî Felsefe ile daha da şaşkın bir duruma düştü. Hatta başarısız bir intihara bile kalkıştı!
“İnsanlığın iyiliği için ortaya çıkarılan bu hayırlı milletin evlâtları nasıl bu hâle gelmişti? Altı asır dünyaya medeniyet öğreten bu mukaddes değerlerden ne eksilmişti? Ya da ne değişmişti?”
banner983
Misafir Avatar
İsminiz
Yorum Gönder
Kalan Karakter:
Yorumunuz onaylanmak üzere yöneticiye iletilmiştir.×

banner376

banner375

banner377

banner981

banner934