banner1006
 Ben ve Benliğin bir yönünü Peygamberlik tutmuş gidiyor; diğer yönünü Felsefe ve Hikmet tutmuş geliyor, demiştik.
Din ve Diyanete yani Peygamberler zincirine itaat etmeyen, boyun eğmeyen Felsefe ve Hikmet; yolunu şaşırmıştır.
Bunun içindir ki, Ben ve Benlik; dizginini eline almış. Dalâlet ve sapkınlığın her bir çeşidine koşmuş.
İşte şu yüzdeki Benliğin başı üstünde bir Zakkum ağacı büyüyüp gelişerek insanlık âleminin yarısından fazlasını kaplamış.
İşte, o ağacın hayvan gibi şehvet duygusu / şehvetine düşkünlük / her türlü aşırılık ve hırs gösterme dalında insanın nazar ve bakışlarına verdiği netice ve sonuçlar ise, putlar ve bâtıl / sahte ilâh ve tanrılardır. Zaten bir şeye lüzumundan fazla ilgi ve alâka göstermek; bir bakıma o şeyi tanrı edinmektir kendine.
Çünkü Felsefe ve Hikmet’in esasında ve aslında kuvvet beğenilir ve güzel bulunur. Yani kuvvet asıldır. Hak ve haklı oluş değil; kuvvetli oluş nazara alınır. Kuvvete hak tanınır.
Hattâ “El-hükmü li’l-galip.” “Hüküm yani söz sahibilik galibindir.” Bir düsturdur. Onlarca en geçerli bir prensip ve kuraldır.
“Galebe edende, üstün gelende, yenende bir kuvvet, bir güç var. Kuvvette hak vardır. Yani kuvvetliyse haklıdır. Haklı sayılmalıdır.” der.
Oysa Peygamberler ve onların izinde gidenlerin düsturu, kuralı şudur:
“Kuvvet haktadır. Hak; kuvvette değildir.” Yani bir kişi haklıysa kuvvetlidir. Kuvvetli olduğu için haklı sayılmamalı.
Böylece zulmü keser, adaleti temin eder, adaleti sağlar.
Evet Felsefe ve Hikmet “El-hükmü li’l-galip.” bir düstur bir kuraldır. Yani “Galebe edende, üstün gelende gâlip olanda bir kuvvet, bir güç var; kuvvette hak vardır.” diyerek; zulmü mânen alkışlamış, zalimleri, zulüm yapanları cesaretlendirmiştir. Zorba ve zalimleri ilâhlık davasına yöneltmiştir.
Hem birer sanat eseri olarak yaratılmışlardaki güzelliği; yaratılmışın kendine yani sanat eserine mal eder.
Hem nakıştaki güzelliği nakışa, nakış ve desenin kendisine verir. Nakışın güzelliğini nakışın kendisinden bilir. Öyle sanır. Öyle düşünür.
Bu güzellikleri; her şeyi sanatla yaratan Allahtan bilmez.
Bu güzellikleri; her şeyi nakış nakış işleyen Allahtan beklemez.
Evet Felsefe bu güzellikleri; Allahın saf ve kutsal güzelliğinin yansıma ve görüntüsüne bağlamaz.
Felsefeciler “Ne güzel yapılmış.” yerine “Ne güzeldir!” der. Yaratılmışı; kulluk ve ibadete lâyık bir put hükmüne getirir.
Hem Felsefeciler herkese satılan sahte, kendini beğendirmeye çalışan, gösterişçi bir güzelliği beğenmiş!
Bunun için Felsefeciler; riyakârları alkışlamış; put ve benzerlerini, kendine ibadet edenlere, ibadet ve tapınak yeri yapmıştır.
Yani o put benzerleri / o put gibiler; kendilerine ibadet edenlerin heva ve heveslerine, nefsin gelip geçici arzu ve isteklerine karşı hoş görünmek ve alâkalarını çekmek istiyorlar.
Bunun için riyakârca, gösteriş ile ibadet gibi bir durum alıyorlar.
O zakkum ağacının öfke kuvvesi / öfke duygusu dalında; çaresiz, zavallı insanın başında küçük büyük Nemrutlar, Firavunlar, Şeddadlar meyvelerini yetiştirmiş.
Akıl kuvvesi / akıl duygusu dalında, insanlık âleminin akıl ve beynine, ahireti inkâr eden dehriyyun; her şeyi maddeye bağlayan. Maddiyyun / Materyalist ve Yaratıcı olarak tabiat ve doğayı kabul eden Tabiiyyun / Tabiatçı gibi meyve ve neticeleri vermiş, insanın aklını bin parça etmiştir.
Şimdi şu gerçeği aydınlatalım:
Bunun için Felsefe ve Hikmet mesleği ve Felsefe yolunun bozuk esaslarını ele alalım. Bunlardan doğan sonuçlara bakalım.
Aynı zamanda Peygamberler zincirinin doğru ve sağlam temellerinden doğan sonuçları görelim. Bu ikisinin binlerce karşılaştırmalarından, örnek olarak bazılarını ele alalım.
Mesela Peygamberlik yolunun şahsın hayatındaki sistemleşmiş sonuçlarından biri şudur:
“Tehallaku bi ahlâki’llâhi.” “Allahın ahlâkıyla ahlâklanınız.” anlamına gelen kaide ve prensibi nerede?
“İlâhî ahlâkla vasıflanın. Allaha, kendi küçüklüğünüzü gösterir bir tarzda yönelin. Allah karşısında âcizliğinizi bilin. Fakirliğinizi anlayın. Kusurunuzun farkına varın. Bu bilinç ve şuurla huzur ve katında kul olunuz.” düstur ve prensibi nerede?
Felsefe ve Hikmetin “Teşebbühü bi’l-Vâcib!” / Allaha benzemek! İnsaniyetin, insanlığın gayet-i kemalidir. En büyük gayesidir, kaidesi nerede?
Yine Felsefe ve Hikmetin “Vacibü’l-Vücuda / varlığı zorunlu olan zâta benzemeye çalışınız!” şeklindeki kendini yüceltir, düstur ve prensibi nerede?
Evet, sınırsız âcizlik, zayıflık, fakirlik ve ihtiyaçla yoğrulmuş olan insanın mahiyet ve doğası nerede?
Sonsuz güç sahibi yani Kadîr olan, sonsuz kuvvet sahibi yani Kavî olan, sonsuz zenginlik sahibi yani Ganî olan ve hiçbir şeye muhtaç olmayan yani Müstağnî olan; varlığı zorunlu ve kendinden olan zâtın yani Vâcibü’l-Vücudun özelliği nerede?
banner983
Misafir Avatar
İsminiz
Yorum Gönder
Kalan Karakter:
Yorumunuz onaylanmak üzere yöneticiye iletilmiştir.×

banner376

banner375

banner377

banner981

banner934