banner1001
 Madenlerin maddî yönü onların “halk”ı, madenlerin nitelikleri ise onların “hulk”udur. İnsanlar da öyle; hem maddî yapıları var, hem de manevî yönleri. Mânevî yönü olan “hulk” kelimesinin çoğuluna “AHLÂK” diyoruz. Maddeyi tasfiye ve terbiyeden yani çeşitli aşamalardan geçirerek, nasıl ki yarayışlı hâle getiriyor; yani maddeyi nasıl -deyim yerindeyse- ahlâk sahibi kılıyorsak, insanı da iyi bir eğitim ve öğretimden geçirmemiz gerekiyor. İşte buna insanı AHLÂKLI KILMAK diyoruz.

Demek ki başa dönersek, insanlar mâdenler gibidir. Madenin keyfiyeti / niteliği yok edilemez. Ancak istenilen mecra verilebilir. Aynen onun gibi insanın da fıtratı / yaratılışı değişmez. Ancak eğitim ve öğretimle istenen mecrada akması sağlanır. Bir maden, kabiliyetine vereceğimiz binbir dalda insana hizmet eder. Bir madenin işlenmesi nisbetinde yani insanın ona vereceği eğitim ve terbiye adedince insana hizmet imkânı var. Bu kadar çok alanlarda iş görecek olan madenin bu kadar çok ilişkisi olacak demektir. Öyleyse o kadar çok şeylerle iş birliği yapabilmesi, beraberce hizmet edebilmesi ve tam randımanlı olabilmesi, deyim yerindeyse iyi ahlâklı olmasına bağlıdır.
İnsan fıtraten medenîdir. Yalnız yaşayamaz. Münasebet ve ilişki kurmaya muhtaçtır. Bunu en iyi şekilde yapması ise ahlâk ilminin zaruretini gerektirir. Şairin:

“Ehl-i diller arasında aradım, kıldım taleb
Her hüner makbul imiş, illa edeb, illa edeb.”

dediği gibi ahlâktan kasıt ise edebtir. Edebli olmaktır.
Şimdi sizlere asır-dîde bir Osmanlı Hanımefendisi’nin yani gün görmüş, tarihî bir simanın, muhtereme Münevver Ayaşlı hanımefendinin, bizzat görüp yaşadıklarından ve anlattıklarından alıntılar yaparak ahlâk konusuna açıklık getirmek istiyorum:
“Vaktiyle ‘teşrifat’ denilen resmî protokol, bizim medeniyetimizin, yani İslâm-Türk, kısacası Osmanlı Medeniyeti’nin terbiyesini teşkil eden temel kaide ‘EDEB YÂHÛ’ idi. Edeb (ise), ‘Edeb yâhû!’ ihtarına muhatap olmamaktır.
“Osmanlı çocuğu daha doğuşundan böyle bir edep ve terbiye atmosferi içinde dünyaya geliyor, büyüyor ve yetişiyordu. Niçin terbiyesiz olsun ki? Evi, muhîti / çevresi, câmii, tekkesi, medresesi, mektebi ve memuriyet hayatı, esnaflık hayatında da bütün çevresi edepli, terbiyeli idi. Ve bu edep, terbiye ve nezaket çerçevesinden çıkmak, bir Osmanlı için hakikaten güç ve hattâ imkânsızdı.” (Münevver Ayaşlı, Edeb Yâhû, İstanbul-1984 s. 7-8)
“Müslüman Türk çocuğunun daha doğuşundan itibaren ince, nâzik ve zarif bir dünyası vardı. Analarına, babalarına, büyük baba ve büyük analarına, amca, dayı, teyze, halalarına ve bütün çevresindeki büyüklerine karşı saygılı olur, önlerinde sigara, kahve içmediği gibi, bütün hareketleri temkinli, ölçülü ve hürmetkâr olurdu.
“Yüksek sesle konuşmaz, kahkaha ile gülmez, bacak bacak üstüne atmaz, sözü daima büyüklere bırakırlardı. Büyüklere, yalnız sokaktan geldiklerinde değil, odadan her çıkış ve girişlerinde ayağa kalkarlardı. Kendileri de, yani gençler de odadan çıkarken geri geri çıkarlardı. Bu, pâdişah sarayında, sultan ve şehzade saraylarında olduğu gibi, en kuytu ve mütevazi, fakat hâlis Müslüman Türk’ün evinde de böyle idi.
“Evlâtları anaya, babaya ‘sen’ diye hitap etmezler, ‘siz’ diye hitap ederlerdi. Hattâ büyük ağabeye, ablaya da ‘siz’ diye hitap ederlerdi. Babam, Rumeli beylerinden idi. Kendisi kardeşlerinin en büyüğü olduğu için hâliyle, kardeşleri kendisine ‘ağabey’ derlerdi. Babam ise, kendinden küçük kardeşlerine kat’iyyen isimleriyle çağırmaz ‘sen’ demez, ‘siz’ dediği gibi amcalarımın isimlerine muhakkak, bir ‘bey’ eklerdi: Mazlum Bey, Haydar Bey, Şevket Bey gibi.
“Karı-Koca arasında da ‘sen’ denmez, ‘siz’ denirdi ve zinhâr / asla birbirlerini isimleri ile çağırmazlar, ‘hatun, hanım’ veya ‘kadınım’ derlerdi. Hanımlar da zevclerine / beylerine ‘efendi’, ‘bey’ veya ‘molla bey’ derlerdi. Hanımının gıyabında hanımdan bahsederken beyler de ‘ayâlim’, ‘halilem’ veya ‘refikam’ derlerdi.” (a.g.e. s. 11-12)

banner983
Misafir Avatar
İsminiz
Yorum Gönder
Kalan Karakter:
Yorumunuz onaylanmak üzere yöneticiye iletilmiştir.×

banner376

banner375

banner377

banner981

banner934