banner1006
      Türkiyemizin ateş çemberinden geçtiği bir dönemi yaşıyoruz. Her taraftan sıkıştırılıyoruz. Dün Bulgaristan, Bosna - Hersek, Kıbrıs, Azerbaycan; bugün Irak, Suriye ve iç güvenliğimiz ve vatanın birlik ve bütünlüğü gibi hayatî mes’eleler gündemi doldururken; kimi komşu ülkeler   -tabiatiyle halkı değil-  idarecilerinin bize karşı yersiz ve yanlış, menfî politikalar gütmeleri; özellikle Ermenistan’ın  -2015 yılı içinde olmamız hasebiyle-  bilhassa Hristiyan âlemini arkasına alarak haddini bilmez bir eylem içinde olduğu bir sırada; dış dünyanın Sevr iştihalarının yeniden gündeme gelip kabardığı, maddî-mânevî iç gailelerle uğraştığımız esnada; hele çok yakın geçmişte Londra civarında bir şatoda, bütün dünya Türkiye uzmanlarının bir araya gelerek, iki gün üstüste Türkiye’yi teşrih / ameliyat masasına yatırarak istikbalini / geleceğini hesaba katarak, yorumlarda bulunup köstekleyici tedbirlerin düşünüldüğü bir ortamda Millî Birliğin Yeri ve Önemi bir kat daha ehemmiyet arzediyor. Ama merak etmeyin hesapları tutmayacak. Türkiye’nin içte ve dışta maddî-mânevî yükselişine sed çekemiyecekler. Ay-Yıldızlı bayrağımız yeniden yükselecek. Eski şevketini tekrar kazanacak inşallah. Onlar istemeseler de.
     İstiklâl Savaşı’nı zaferle sonuçlandırmamızın çok sebeplerinden başta gelen iki ana veçhesi vardır. Bir: Dışta birlik arayışları. İki: İçte birlik temennî ve temini. Bu ikisi, hem Millî Mücadelemizin hazırlayıcısı ve başlatıcısı olmuş. Hem de İstiklâl Harbi boyunca önemlerini koruyarak, milleti hür ve bağımsızlık günlerine ulaştırmış, geleceğe giden yolumuzu da aydınlatır olmuştur.   
     Nitekim Birinci Cihan Harbi sonunda Suriye ve Irak; Osmanlı İmparatorluğunun Birlik ve Beraberliğini bozduklarına pişman olmuşlar ve bu davranışlarının kendilerini; Batılı devletlerin emperyalist kucaklarına atacağını çok geçmeden fark etmişler; tekrar bize teveccüh edip yönelmişlerdi. İngilizlerin Darü’l-Hilafe yani Hilafet merkezi olan İstanbul’u işgalleri, Âlem-i İslâmı galeyana getirmiş. Meselâ Hindistan müslümanları ayaklanmış, dışta birlik olmanın nümune-i imtisali / örneği olmuşlar, İngilizleri endişeye sevk ederek, daha fazla üzerimize gelmelerini frenlemişlerdir.
     Velhasıl bu birlik, Âlem-i İslâmı yanımızda görenleri düşündürdü. Baktılar ki, yirmi ölüp üç yüz dirileceğiz; üstümüzdeki baskıları hafifletmek zorunda kalmışlardır. Kaldı ki, Mustafa Kemal’in Millî Mücadele başında Ankara’da beyne’l-İslâm / İslâm Uluslar arası bir kongre yapmak istemesi, dışta Birlik ihtiyacının; Ankara’da 23 Nisan 1920’de T.B.M.M.’ni açması ise, içte Birlik zaruretinin somut birer göstergeleridir.
     Türk Gençliğine Hitabesi’nde:  “Birinci vazifen Türk istiklâlini, Türk Cumhuriyeti’ni ilelebet muhafaza ve müdafaa etmektir!”  derken de, bu neticeye evvel emirde Birlik ve Beraberlikle ulaşılabildiği için, dolaylı olarak Birlik ruhuna temas edilmekte, ancak yine bu Birlik bilinci muhafaza edilmek şartiyle İstiklâl ve Cumhuriyet’in ilelebet muhafazasının mümkün olabileceği nazara verilmektedir. 
     Cumhuriyet’in Onuncu Yıl Nutku’nda: “Bu kutlu güne kavuşmanın, en derin sevinci ve heyecanı içindeyim.” Dedikten sonra: “Bundaki muvaffakıyeti Türk Milleti’nin ve onun değerli ordusunun bir ve beraber olarak azimkârâne yürümesine borçluyuz.” der. Devamında: “Fakat yaptıklarımızı asla kâfi göremeyiz. Çünkü daha çok ve daha büyük işler yapmak mecburiyetinde ve azmindeyiz. Geçen zamana nispetle, daha çok çalışacağız. Daha az zamanda, daha büyük işler yapacağız. Bunda da muvaffak olacağımıza şüphem yoktur. Çünkü
577
Türk Milleti  MİLLÎ  BİRLİK  VE  BERABERLİK’le  güçlükleri yenmesini bilmiştir.” (Atatürk, Türk Gencinin El Kitabı, Başbakanlık Basın-Yayın Genel Müdürlüğünce Derlenmiştir. 3. Basılış, Millî Eğitim Basımevi, İstanbul-1973, s. 9-10.)
     Bunun içindir ki, düşmanlarımız, her şeyden evvel, bizi birlikten mahrum etmenin yollarını hep arar olmuşlardır. Nitekim Kahire’de Osmanlı Paşası İngiliz komutanına sorar: “Şu anda Kahire’ye doğru bir Osmanlı Ordusu’nun gelmekte olduğunu duysanız ne yaparsınız?” cevap verir: “Ne mi yaparız, tabii ki kaçarız! Deli miyiz biz çarpışacak kadar. Ama biz, İstanbul’un başını öyle ağrıtır, iç gailelerle, iç çekişmelerle onu öyle meşgul ederiz ki, Kahire’ye ordu sevkedecek imkânı ona asla vermeyiz!”
     M. Kemal yine bir sözünde şöyle der: “Beni seven arkadaşlarıma tavsiyem şudur: ‘Şahsınız için değil, fakat mensup olduğunuz millet için  EL  BİRLİĞİYLE  çalışalım. Çalışmaların en yükseği budur.’ -1935- “ (a. g. e., s. 17)
     Zâten inancımız da, bunu âmirdir: “Allah’ın rahmeti topluluk yâni Birlik, Beraberlik içinde olanların üzerinedir.”
     “Bilelim ki, kazandığımız muvaffakıyet (başarı), milletin kuvvetlerini birleştirmesinden ileri gelmiştir.” (a. g. e., s. 18)
     Hakikaten, İstiklâl Savaşı’nın en büyük hazırlığı, halkın Birlik ve Beraberliğini teminde çekilen güçlüktür. Nitekim İstanbul’daki idareci zümreden ve bir kısım samimî fakat muhakemesiz aydınların menfî tutum ve davranışları, bir kısım halkı tereddütlere sevketmiş, Ankara’nın işini zorlaştırmıştı.
     Nitekim, Millî Mücadele’nin Meclis’le işe başlamasının çok sebeplerinden biri de Birlik ve Beraberliğin sağlanmasına en büyük katkıda bulunacağının bilincinde olunmasıdır. Bundan dolayıdır ki, İstiklâl Savaşı’nın hazırlık döneminde M. Kemal Paşa; öncelikle Millî Birlik ve Beraberliği sağlamıştır. Milleti aynı ortak amaç etrafında birleştirmeyi gerçekleştirmeden, yâni kalbî, dimağî ve manevî ittihat ve birliği sağlamadan Kurtuluş Savaşı’nı topyekûn başlatmamıştır. Gerçekten bağımsızlığımızın kazanılmasında Birlik olma duygusu baş rolü oynamıştır.
     “Eğer aynı muvaffakıyetleri, zaferleri ileride de kazanmak istiyorsak, aynı esasa dayanalım, aynı yolda yürüyelim. -1923-” (a. g. e., s. 18) diyerek de, Birlik ve Beraberliğin, milletin istikbâle yönelik hayat yolunda, önemini hiç kaybetmeyen bir ışık olduğuna dikkatleri çekmiştir.
     Birlik ve Beraberliğin ehemmiyeti tarihimiz boyunca hep hissedilmiş, bilinmiş ve korunması yolunda hassasiyetle durulmuş ve millet; âdeta bu hususta teyakkuz durumuna getirilmiştir. Nitekim Yavuz Sultan Selim; Anadolu Birliği’nin temininde çekilen meşakkat ve sıkıntıları ve bu uğurda  -fisebilillah-  akan kanları çok iyi bildiğinden âdeta vasiyeti hükmünde olan  şu dörtlüğü bizlere yol gösterici bir yâdigâr olarak bırakmıştır:

                                             “İhtilâf  u  tefrika endişesi,
 Kuşe-i kabrimde hattâ bîkarar eyler beni.
İttihatken; savlet-i a’dayı def’a çaremiz.
    İttihat etmezse millet; dağdar eyler beni.”

     Yâni demek istemiştir ki, benden sonra milletimin bölük pörçük olması, bölünme endişesi, kabrimde dahi beni rahatsız eder. Düşman saldırısını def’ etme çaresi; Birlik ve Beraberlikten geçerken, millet; Bir ve Beraber olmazsa, ciğerim dağlanır benim.
578
Osmanlı İmparatorluğu’nun dağılmasında, cehalet yüzünden Birlik ve Beraberlikten yoksunluğun baş rolü oynadığını çok iyi bilen koca Âkif de bunu çok veciz bir beytiyle dile getirmiştir:

“Girmeden tefrika bir millete düşman giremez.
    Toplu vurdukça yürekler; onu top sindiremez.”

     Bunun böyle olduğunu M. Kemal: “Milletimiz tek bir vücut gibi gösterdiği sarsılmaz birlik ve gayret sayesinde başarıya ulaşmıştır. - Ekim 1922 -” (a. g. e., s. 22) sözleriyle te’yid eder.
     Millî Birliğin tesisinde, halk ile aydın arasındaki fikir alış verişinin zaruretine de inanan Atatürk: “Başarılı olmak için aydınlarla halkın düşünce ve gayesi arasında bir uygunluk olması gerekir. Yani aydınların halka telkin edeceği ülküler, halkın ruh ve vicdanından alınmış olmalı. - Hakimiyet-i Milliye, 26.3.1923 - “ (a. g. e., s. 23 - 24) der. Ve demek ister ki, hiçbir şey, halka rağmen olmamalı. Halka ters düşmemeli. Halkı hor görmemeli. Çünkü bu, Millî Birlik ve Beraberliğin temel taşıdır. Büyük liderler halkı, arkasından gelmeye inandırmış ve ikna etmiş olanlardır.
     Millî Birlik, M. Kemal’ce o kadar hayatîdir ki, onu Millî bir Ülkü hâline getirmemizi ister: “Millî Birlik duygusunu mütemadiyen ve her türlü vasıta ve tedbirlerle besleyerek geliştirmek Millî ülkümüzdür. - Ekim 1933 – “ (a. g. e., s. 29)
     Çünkü: “Birlik ve Beraberlik içerisinde yaşamak, büyük bir ibadet olduğu gibi, tefrikaya (bölünmüşlüğe) düşmek ve birliği yıkmak da büyük bir vebal (ve günah)tır. Bunun için İslâm, şiddetle onu yasaklamıştır. Hz. Peygamber şöyle buyurur: ‘Birlik, Mü’min (iman ve inanç sahibi) olan âmirinin sözünü dinlemek, emrine itaat etmek (tir). Bir kimse bir karış kadar cemaatten (topluluk ve toplumdan) ayrılırsa, İslâm halkasını boynundan çıkarmış olur. Meğer ki, tevbe edip dönerse. (Yine) bir kimse câhiliyet dâvâsında (yâni ırkçılık, bölgecilik dâvâsında) bulunsa; o, namaz kılıp oruç tutsa ve müslümanım dese bile, Cehennem’de diz üstü çökecek olanlardan olacaktır. (Ebu Davud, Tirmizî) -Halil Günenç- “ (İslâm’da Birlik, Mehmed Kırkıncı, İstanbul-1987, s. 89)
     “Kat’iyyen Bilmeliyiz ki, iki parça halinde yaşayan milletler zayıftır. (Nitekim büyük bir İslâm âlimi ‘İki pehlivan kavga ederken, bir çocuk ikisini de dövebilir.’ Demiştir.) Çocuklarımıza ve gençlerimize vereceğimiz tahsilin hududu ne olursa olsun, onlara esaslı olarak şunları öğreteceğiz:
1) Milliyetine,
2) Türkiye Devletine, 
3) Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne düşman olanlarla mücadele lüzumu.” (Atatürk, Türk Gencinin El Kitabı, Başbakanlık Basın-Yayın Genel Müdürlüğünce Derlenmiştir. 3. Basılış, Millî Eğitim Basımevi, İstanbul-1973, s. 31)
1) Milliyeti biraz açmak gerekirse deriz ki: Dil, Din bir ise millet birdir. Din bir ise, millet yine birdir. Çünkü doğuş değil oluş asıldır. Napolyon Korsikalı ama kendisini Fransız hissetmiştir. Halbuki büyük ihtimalle Arap asıllıdır. Stalin Gürcü’dür. Fakat kendisini Rus bilmiştir. Nitekim Hz. Peygamber’in bir sözü var: “Sizlerin milliyeti, ana ve babanızdan dolayı değil, konuştuğunuz lisandan ötürüdür.” (İslâm’da Birlik, Mehmed Kırkıncı, İstanbul-1987, s. 59)
2) Türkiye Devleti’ne gelince, Türkiye bir iltica-gâhtır. Her başı ağrıyan millet Türkiye’de nefes alıyor. Her başı sıkışan millet, ‘Türkiye’ diyor. Bunun neden böyle olduğunu, Doğu
579
menşeli büyük bir İslâm âlimi Batılı gazetecilere verdiği cevapta, pek güzel ve veciz bir şekilde ortaya koyar. 1913 tarihinde, Edirne’nin kurtuluşuna talebeleriyle katılarak, fiilen mücadele veren o zât’a yabancı gazeteciler sorar:
     “Sen Doğu’dansın! Burası Türkiye’nin batısında bir Türk şehridir. Üstelik bu devlet Türk Devleti’dir. Bu devletin safında senin işin ne?”
     Cevap verir: “Evet, bu devleti Türkler kurmuşlardır. Fakat İslâm esası üzerine kurmuşlardır. Bu devlette liyakat asıldır. Şayet bu devlet yıkılırsa, sadece mazlûm müslüman milletler değil, müslüman olmayan mazlûm milletler de, büyük bir dayanağından mahrûm kalır. İşte ben bu yüzden bu devletin safındayım.”
     3)TBMM ise, küçük bir Türkiye’dir. Kalb-gâhıdır. Kalb durursa sıhhat gittiği gibi, Meclis’in işlemediği yerde de millet suskun, durgun ve en büyük hayatî uzvu meflûç / felçli bir hâldedir. Âdeta bitkisel bir hayata mahkûm edilmiş gibidir. Zira Meclis meşveret ve danışmanın yapıldığı, istikbâle yönelik yolun aydınlatıldığı bir ışık rehberdir.
     Bu bakımdan M. Kemal: “Fertleri bu mücadele sebepleri ve araçlarıyla mücehhez olmayan milletler için yaşama hakkı yoktur. -Ekim 1922-“ (Atatürk, Türk Gençliğinin El Kitabı, Başbakanlık Basın-Yayın Genel Müdürlüğünce Derlenmiştir. 3. Basılış, Millî Eğitim Basımevi, İstanbul-1973, s. 31) demektedir.
     TBMM’nin mâhiyet, ehemmiyet, işlev ve fonksiyonları bakımından ise şunları söylemektedir: 
     “Memleketin mukadderatında yegâne salâhiyet ve kudret sahibi olan Büyük Millet Meclisi, bu memleketin nizamı için dahilî ve haricî emniyet ve masuniyeti için en büyük makamdır.
     “Büyük millî dertler şimdiye kadar ancak Büyük Millet Meclisi’nde şifa buldu. Gelecekte de yalnız orada katî tedbirlerini bulabilecektir.
     “Türk Milleti’nin muhabbet ve merbutiyeti (bağlılığı) daima Büyük Millet Meclisi’ne müteveccih (yönelik) oldu ve dâima oraya müteveccih olacaktır. -1 Kasım 1930 -
     “Hakikatte unutulmamalıdır ki, gerçek hâkim olan ve her şeyi idare eden makam, Türkiye Büyük Millet Meclisi’dir. - Aralık 1922 - 
     “Millet, mukaddesatını doğrudan doğruya eline aldı ve millî saltanat ve hâkimiyetini bir şahısta değil, bütün fertleri tarafından seçilmiş vekillerden kurulu bir yüksek meclis’te temsil etti.” (Atatürk Diyor Ki, Millî Eğitim Bakanlığı Yayımı, Millî Eğitim Basımevi, İstanbul – 1980, s. 35 - 36)
     Bu izahlar karşısında Meclis’in, lâyıkı veçhiyle çalışamadığını söyliyeceklere karşı deriz ki: Kişiler fâni, müesseseler bâkîdir. Uygulamadaki aksaklıklar ve kişisel hatalardan ötürü müesseseye karşı çıkmamalı, iyi bir müessese ehil olmayan  ellerde, geçici olarak kendinden umulan ve bekleneni tam olarak vermiyebilir. Fakat uzun vâdede güzel sonuç ve uygulamalar müessesenindir.
     “Bizim dünya nazarında en büyük kuvvet ve kudretimiz, yeni şekil ve mahiyetimizdir.     - 1922 - (a. g. e., s. 47) Yâni “Hâkimiyet bilâ kayd ü şart milletindir.” Hükmünden sonra: “Büyük Millet Meclisi’nin terbiye edici ve kahredici eli.” (a. g. e., s. 51) diyerek Meclis’in sâdece karar mercii değil, aynı zamanda tatbik ettirici, yâni icra yönünün bulunduğunu da belirtir.
     M. Kemâl, Birlik ve Beraberliğin kalkınma boyutuna da dikkati çeker: 
     “Baylar, artık vatan imar istiyor, zenginlik ve refah istiyor, ilim ve mârifet, yüksek medeniyet, hür fikir ve hür düşünce istiyor. Şeref, namus, istiklâl, hakikî varlık, vatanın bu taleplerini tamamen ve hızla yerine getirmek için esaslı ve ciddî bir suretle çalışmayı
580
emreder.” (a. g. e., s. 23)
     Ve böyle derken  -zımnen / dolayısıyla-  bütün bunlar ancak birlikte olur demek istemiştir. Çünkü birbirimize emniyet ve güvenin olmadığı yerde iş görülemez, bir şey yapılamaz.
     Nitekim yeni hedeflerinin plânlandığı platforma da, yine O’nun deyişiyle: “Milletimiz tek bir vücut gibi gösterdiği sarsılmaz Birlik ve gayret sayesinde başarıya ulaşmıştır. -Ekim 1922- “ (a. g. e., s. 23)
     “Büyük millî disiplin okulu olan ordunun.” (a. g. e., s. 37) derken de disiplinin Birlik demek olduğunu vurgular. Çünkü disiplinli olmak, büyük ve güçlü bir Birlik hâsıl eder. Bu bakımdan disipline Birlik olmanın organize şekli diyebiliriz.
     “Unutulmamalıdır ki, milletin hâkimiyetini bir şahısta veyahut mahdut eşhasın (şahısların) elinde bulundurmakta menfaat bekliyen câhil ve gâfil insanlar vardır. -Ocak 1923- “ (a. g. e., s. 47)
     Bu sözüyle M. Kemal, idarede Birlik, yâni memleketi birlikte yönetmek vardır. Demek istiyor ki, işte Cumhuriyet ve Demokrasi, bir bakıma ülkeyi birlikte idare etmenin de adıdır.  
      “Bütün bunların üstünde her şeyin olması sayesinde hüsnüniyetin inkişaf edeceğini ve hayatî mes’eleler üzerinde hüsnüniyet sahibi insanların daima ekseriyet teşkil edeceklerini kabul etmek muvafık olur. Çünkü, ‘Her zaman dünyanın yarısını ve bir zaman dünyanın hepsini aldatmak mümkündür. Fakat, bütün dünyayı her zaman aldatmak mümkün değildir.’ ” (a. g. e., s. 54)
     Demek ki, Birlik olunca aldatılmaz ve aldanmayız. Yâni tek başına hareket eden aldanabilir ama birlikte hareket eden, birbirleriyle meşveret ve danışmada bulunanlar şahs-ı mânevî oluştururlar ki, şahs-ı mânevî aldatılamaz. Çünkü: 
     “Çıkar  a’sâr-ı  rahmet, ihtilâf-ı re’y-i ümmetten.” Rahmet eserleri  / doğru görüş ve doğru yol; halkın görüşlerinin karşı karşıya gelerek, fikir alış verişi neticesinde, düşüncelerin tenkit süzgecinden geçerek ayıklanması sonucunda ortaya çıkar.
     M. Kemal, başımıza gelenlerin temelinde, her zaman Birliğe gitmek isteğimizin bulunduğunu söyler: 
     “Büyük ve hayâli şeyleri yapmadan, yapmış gibi görünmek yüzünden bütün dünyanın düşmanlığını, garazını, kinini, bu memleketin ve milletin üzerine çektik. Biz panislâmizm (İslâm Birliği) yapmadık. Belki, ‘Yapmıyoruz, yapacağız’ dedik. Düşmanlar da ‘Yaptırmamak için bir an evvel öldürelim’ dediler. Panturanizm (Türk Birliği) yapmadık, ‘yaparız, yapıyoruz’ dedik. ‘Yapacağız’ dedik ve yine ‘öldürelim’ dediler. Bütün dâvâ bundan ibarettir.” (a. g. e., s. 60)
     Bugün de, Adriyatik’den Çin seddine akın değil, fetih değil, taarruz hiç değil, kalb ve gönüllerde, Birlik-Beraberlik içinde olalım, kültürel yakınlığımızdan istifade edelim, birbirimizden yararlanalım dedik. Yâni henüz yapmadık, yapacağız dedik. Hemen Ermeni’yi harekete geçirdiler. Rusya başta olmak üzere, bütün komşularımız, içte ve dışta, âdeta hayatı bize zehir etmeye başladılar.
     Burada bir hatıraya yer vermeden edemiyeceğim: Almanya’da resmen görevli bir arkadaş, bir yolculuk esnasında, bir Alman görevlisiyle yanyana düşer. Alman, ondan Türkiye’nin durumunu sorar. Bizimki soruyu geçiştirmek ister ve hattâ menfi bir cevap verir. Avrupa için, Türkiye’den endişelenecek bir husus olmadığını, Türkiye’de maddeten ve mânen fazla bir ilerleme olmadığını söyler. Alman, “Yooo. Hayır!” der ve çantasını açarak, bir yığın raporu çıkarır ve Türkiye’de ne var ne yok, ne yapılıyor, ne kadar İmam

-Hatip Lisesi, ne kadar İlahiyat Fakültesi, ne kadar Kur’an Kursları olduğunu, Türkiye’de ne kadar cemaat olduğunu, bunların faaliyetlerini, neler okuyup, neler yaptıklarını vs. birer birer sayar döker. Bizimki bu durum karşısında, biraz da kızgınlıkla sorar: 
     “Peki ama der, size ne bundan?”
     Alman, gayet sâkin cevap verir: 
     “Bize ne mi? Der, bizler asırlarca Osmanlı’nın nefesini ensemizde hissettik, onun için Türk gençliğinin attığı adımları yakından takip ediyoruz ki, zamanı gelince, gereken tedbirleri alabilelim!”
     Görülüyor ki, dün de bugün de hangi konuda birlik ve beraberliğe gitmek istemişsek,  içte ve dışta Batı’nın engelleriyle karşılaşıyoruz. Demek Birlik ve Beraberlik, öyle hayatî bir iksir ki, yapamıyalım diye neler yaptılar. Hep beraber yaşıyoruz. İçte dışta yaptıkları ve hattâ yapacakları ortada. Öyleyse, her konuda Birlik ve Beraberlik en büyük düstur ve şiarımız olmalı. Onların rağmına. Onlar istemeseler de.
     Tıpkı Rus elçisinin dediğini yaparak, başarı gösteren Osmanlı Paşası gibi. Bilirsiniz, her işinde muvaffak olan Paşa’ya sorarlar: “Muvaffakıyetinizin sırrı nedir?” cevap verir: “Bir işe karar vermeden önce, doğru Rus elçisine gidiyor ve ona danışıyorum: O ne derse aksini yapıyorum! İşler de yolunda gidiyor.”
     Günümüzde, bilhassa büyük devletler, savaşsız zaferler peşinde. Silahları tefrika . Böl, parçala, yut! Buna karşı panzehirimiz İttihat / Birlik ve Beraberlik olmalı. Büyük bir İslâm âliminin dediği gibi, en büyük üç düşmanımızdan biri olan ihtilâf / aramızdaki anlaşmazlıklar; ihtilâfın panzehiri olan İttihadı, Birlik ve Beraberliğimizi engelliyor, aksatıyor, maalesef yavaşlatıyor. Buna da sebep, o üç düşmandan, ikincisi olan cehalettir ki, onun da panzehiri bilgi ve ilimdir.
    Öyleyse ilimle cehli giderip, Birlik ilacıyla tefrika / bölük pörçük olma hastalığını tedavi etmeliyiz.
     Teşhis, tedavinin yarısıdır, derler ki çok doğrudur. Millî Mücadele’nin yarı zaferi de teşhisle sağlanmıştır. Teşhis ise, birlik ihtiyacı ve bunun gerçekleştirilmesiydi. Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin toplanmasıyla, bu yerine getirildi. Sonrası mâlûm. 
     “Yurtta sulh, cihanda sulh.” un (a.g.e., s. 71) gerçekleşmesi de, içte dışta Birlik ve Beraberliğin olmasına bağlı değil mi? Çok irdelenen bu söz, aslında bir gerçeğin ifadesidir. Bu söz, pasifliğin, kabuğuna çekilmenin değil, içte dışta sulh ve sükûnun bunu sağlıyacak olan Birlik ve Beraberliğin özlem, ihtiyaç ve zaruretini ortaya koyar.
     Kısacası içte dışta fertlerin ve milletlerin birbirlerine karşı bigâne kalamayışlarının haklı bir isteği, bunu gerçekleştirmek ise: 
     “Hazır ol cenge, eğer ister isen sulh u salâh.”
Beytinde vasfedilen uyanıklığın dolaylı şekilde ele alınmasından başka bir şey değildir. Çünkü yine onun deyişiyle: 
     “Gözlerimizi kapayıp, tek başımıza yaşadığımızı farz edemeyiz. Memleketimizi bir çember içine alıp dünya ile ilgisiz yaşayamayız.” (Atatürk, Türk gencinin El Kitabı, Başbakanlık Basın-Yayın Genel Müdürlüğünce Derlenmiştir, 3. Basılış, Millî Eğitim Basımevi, İstanbul-1973, s.70)
     “Bugün dünya milletleri, aşağı yukarı akraba olmuşlardır ve olmakla meşguldürler. Bu itibarla insan, mensup olduğu milletin varlığını ve saadetini düşündüğü kadar, bütün cihan milletlerinin huzur ve refahını düşünmeli ve kendi milletinin saadetine ne kadar kıymet veriyorsa, bütün dünya milletlerinin saadetine hâdim olmağa elinden geldiği kadar çalışmalıdır. Çünkü dünya milletlerinin saadetine çalışmak diğer bir yoldan kendi huzur ve 

saadetini temine çalışmak demektir. Dünyada ve dünya milletleri arasında sükûn, vuzuh ve iyi geçim olmazsa, bir millet kendisi için ne yaparsa yapsın huzurdan mahrumdur. Beşeriyetin hepsini bir vücut ve bir milleti bunun bir uzvu addetmek icap eder. Bir vücudun parmağının ucundaki acıdan diğer bütün aza müteessir olur. Dünyanın filân yerinde bir rahatsızlık varsa, “Bana ne?” Dememeliyiz. Böyle bir rahatsızlık varsa, tıpkı kendi aramızda olmuş gibi, onunla alâkadar olmalıyız. Hâdise ne kadar uzak olursa olsun bu esastan şaşmamak lâzımdır. İşte bu düşünüş insanları, milletleri ve hükümetleri hodbinlikten (bencillikten) kurtarır. Hodbinlik şahsî olsun, millî olsun daima fena telâkkî edilmelidir.” (Atatürk’ten Düşünceler, Ord. Prof. Enver Ziya Karal, Millî Eğitim Basımevi, İstanbul-1986, s. 137-138) Bu sözler yurtta Birlik ve Beraberlik isteğinin, dışa da yansıması gerektiğini vurgular. “Yurtta sulh, cihanda sulh.” Sözünü de açıklar.      
          Nitekim  “Meşhur müfessir (Fahreddin-i Razi) Tefsir-i Kebir’inde: ‘Din ve iman müstesna tutulmak kaydıyla, bir Müslümanın bir gayr-i müslimi hafife almasını, ona karşı böbürlenmesini câiz görmemekte ve insanların iman ve küfür haricinde, diğer övülen sıfatlar itibariyle müşterek olduğu’nu ifade etmektedir. - Fahreddin - i Razi, Tefsir-i Kebir, c. 28, s. 138 - ” (İslâm’da Birlik, Mehmed Kırkıncı, İstanbul-1987, s. 84)
     “Mâlûmdur ki bir bedende, bütün âzaların bir tek rûha bağlanmasıyla Birlik hâsıl olur, vücut kuvvet bulur ve sıhhat kazanır. Bedendeki âzaların vazifeleri, yapıları, fonksiyon ve hususiyetleri ayrı ayrı oldukları hâlde, tamamı bir tek rûha bağlıdır.Ondan medet alır. Onun namına hareket eder. Vazifeleri birbirinden ayrı olan bütün bu âzaların muvaffakıyetleri, bir tek ruhu kabul etmelerine ve ona bağlanmalarına vabeste (dayanmakta)dır.
     “O tek ruhu kabul etmeyen, ondan intisabını (nispet ve bağını) kesen âza mefluçtur (felçli). Demek ki vücudun Birliği, ruhun Birliğinden gelmektedir. Ruhun bu birleştirici ve hayatî fonksiyonunu hiçbir âza yüklenemez. Ve kendisini onun yerine koyamaz. Mesela  “göz”  olmazsa, vücut mevcudiyetini noksaniyetle de olsa devam ettirebilir. Ama ruh olmazsa, artık vücudun varlığından söz edilemez. Her bir âza, ruhun hayat ve feyzinden nasibini almakla memnun ve mes’ûd olur. Her âzanın kendi uhdesine (payına) düşen vazifeyi yapmasıyla hâsıl olan semere (ve sonuç)tan, şereften, kemâlden, bütün âzalar hisselerini ayrı ayrı alırlar. Meselâ bütün âzalar müdebbirane (tedbir alıcı) bir aklın tefekkür ve temkininden fayda gördükleri gibi, herbir âzanın kendi vazifesini lâyıkıyla yapmasından da akıl müstefid (faydalanmış) olur.
     “Bir millet de, bütün efradı (fertleri), bütün sınıf ve tabakaları ve bütün müesseseleri ile bir vücut gibidir. Onların hayat, ittihat, devam ve bekaları da hepsini ihata edebilecek (kuşatacak) ‘Mukaddes bir mefhum’a bir ‘Şahs-ı Mânevî’ye bağlanmalarıyla mümkün olur. İşçiler-işverenler, köylüler-şehirliler, hocalar-talebeler. Hâsılı bütün içtimaî sınıflar, o şahs-ı manevî’nin birer âzaları hükmündedirler.
     “Biri dimağı ise, diğeri kalbi, biri gözü ise, diğeri ayağıdır. İşte bütün bu âzaların huzur ve sükûnunu, ittihat ve tesanüdünü (dayanışmasını) te’min etmekle, hayat-ı umumiyenin âhenk ve intizamını Din (İnanç) te’sis eder. Dinin bu fonksiyonunu meselâ  ‘ilim’ yüklenemez. Çünkü, cemiyetin bütün fertlerinin âlim olması düşünülemez. ‘Kavmiyetçilik’, ‘Irkçılık’ da yüklenemez. Çünkü kavmiyetçilik ihtilâfın menşeidir, ittihat ve imtizacı (uyuşmayı) te’sis edemez.
     (Hele Doğu’da hiç kuramaz. Çünkü yine büyük İslâm âliminin dediği gibi, ekser enbiyanın şarkta, ekser feylesofun garpta gelmesi, kader-i İlâhînin bir remzidir ki, şarkta hükümferma olan dindir. Doğuda hükmedecek  olanlar, dindar olmasalar da, dindarlara hürmetle mükelleftirler.)

     “Bu fonksiyonu, ‘Meslek Birliği’ de yüklenemez. Çünkü, cemiyetin bütün fertlerinin işçi, çiftçi, mühendis, yahut doktor olmaları da tasavvur edilemez. Kısacası, bir milleti meydana getiren hiçbir organ, kendi ünvanını, vasfını şahs-ı manevisini millete  ‘ruh’ yapamaz. Ama bütün bu organlar, o mukaddes rûhu kabul edebilir ve ona bağlanabilirler.
     “Herkes  ‘Allahımız bir, Rabbimiz bir, Hâlikımız bir, Mâbudumuz bir, Dinimiz bir, Vatanımız bir, Milletimiz bir…’ diyebilir. İçtimaî merkez olan havastan (aydından), içtimaî muhit olan avama (halka) kadar herkes, aynı mâbed içinde toplanabilir. Bir tek dinin (inancın) çatısı altına girebilir. Demek ki, bir milletin rûhu, ancak din (inanç) ile olabilir. Bu ruhun müessiriyetinin (tesirinin) kalmadığı mıntıkalarda felç başgösterir.
     “Bugün, birçok içtimaî  uzvumuz, hayatiyetini kaybetmiş, çalışamaz hâle gelmişse, araştırıldığında, temelde dinî (inanç) hissiyatın(ın) o uzuvlarda ihmal edilmiş olduğu görülecektir.
     “(İşte inanç) insanların hem nefislerini, hem kalblerini, hem ruhlarını, hem akıllarını tatmin ederek, onları faziletten saadete, saadetten kemalata (olgunluğa) ulaştırır. 
     “Malumdur ki, ilim insanların sadece mütehassıslarına hitap ettiği hâlde, din, avam (halk) ve havas (aydın), bütün bir cemiyete feyzini neşreder. (Böylece milletin Birlik ve Beraberliği gerçekleşmiş olur. Fakat) avamı (halkı) mütedeyyin (dindar), havassı (aydını) dine lâkayt (kayıtsız) olan memleketlerde, avamda (halkta), havassa (aydına) karşı hürmet ve itaat; havasta (aydında) ise, avama (halka) karşı şefkat ve merhamet kalmaz! (Birlik ve Beraberlik de dumura uğrar, körleşir.)” (a. g. e., s. 136 -142)
     Velhasıl, bir makinenin bütün aksamı çalışırsa, bir vücudun her uzvu sıhhatliyse, bir memleketin de, bütün müesseseleri düzgün işlerse ancak, fonksiyonlarını verimli bir şekilde yerine getirebilir. Birinde başgösterecek bir aksaklık, bütüne yansır ve onu mefluç kılar.
     Madde plânında böyle olduğu gibi, manada da durum bundan farklı değildir. Birlik ve dirliği bozulan toplumlar kaosa sürüklenir, başı çok ağrır ve hatta varlık ve mevcudiyeti hayatî tehlikelere açık ve giriftar olur. Öyleyse:
     “Nefis her şeyden ednâ / aşağı, vazife / görev her şeyden a’lâ / üstün.” Demeli, bütüne halel getirici söz ve davranışlardan hazer etmeli / çekinmeli ve kaçınmalı, Birlik ve Beraberliğimizi her şeyin üstünde tutmalıyız.   
banner983
Misafir Avatar
İsminiz
Yorum Gönder
Kalan Karakter:
Yorumunuz onaylanmak üzere yöneticiye iletilmiştir.×

banner376

banner375

banner377

banner981

banner934