banner1024
 İslâmın en büyük düşmanı cehalettir. Bilgisizliktir. Hele yarım bilgi tam bir felâkettir. Nitekim boşuna dememişler: “Yarım doktor candan, yarım hoca dinden eder.”diye.

Yine bilirsiniz: Bilgi başka, bilgiyi kullanmak daha başka bir şeydir.
Yine hatırlatalım: Bir şeyin zâtında, aslında, kendi başına doğru olması başka; onun zaman, zemin gereği nasıl olacağını bilmek daha farklı bir durumdur.
Hele Şeriatı yani dinin buyruklarını yani Allahın emirlerindeki muradını anlamak ise tamamen bambaşka bir husustur.
Bunun içindir ki, âyetlerin ilk açıklaması, bizzat Peygamber Efendimiz tarafından yapılmıştır. İlk müfessir, ilk tefsir eden, ilk yorumcu odur. Nitekim Kütübü Sitte / Altı Büyük Hadis Kitabı bunun baş delil ve kanıtıdır.
Sonra O’nun açtığı bilgi çığırında yürüyen âlimler gelir. Nitekim şimdiye kadar üçyüzellibin tefsir yazılmıştır ki, en az onar ciltten ibaret olsa üçbuçukmilyon cilt eder. Kaldı ki bu eserlerin içinde yirmi cilt, otuz cilt olanları var. Bütün bunlar Kur’anı Kerîmin nasıl okyanus gibi bitmez tükenmez geniş ve büyük anlamlar içerdiğini gösterir bizlere. Denizler mürekkep, ağaçlar kalem olsa Allahın sözlerinin mânalarının yazılmakla bitmeyeceğini anlatır bizlere.
Ayrıca onları, her yüz senede bir gönderilen müceddidler yani dinin yenileyicileri takip eder. Ki bunlar Allah tarafından görevlendirilmişlerdir. Kur’anın manevî açıklamasını yapmakla mükellef ve yükümlüdürler.
Bunlar Allahın âyetlerini, O’nun izni ve bildirmesiyle, o âyetlerden, o çağda Allahın ne murat ettiğini bize aktaran âlimlerdir.
Böylece Allahın muradını anlamanın sırf kesb işi değil; sadece klâsik eğitim yoluyla olmadığı; ayrıca vehb işi yani bir de ilmine, Allah vergisi bilginin eklendiği âlimlerle mümkün ve olası olduğu anlaşılmış oluyor.
Bu mâna Büyük İslâm-Türk Şâiri merhum ve mağfur Mehmed Âkif Ersoy tarafından çok veciz ve çok güzel bir şekilde dile getirilmiştir:

“Doğrudan doğruya Kur’andan alıp ilhamı,
Asrın idrâkine söyletmeliyiz İslâmı.”

Özellikle yirminci asırda İslâmı, Kur’anı ve İslâm Tarihini soyut ve sübjektif olarak yorumlayan yazarlar çıktı. İslâm-Arap, İslâm-Fars ve hattâ Hind-İslâm âleminde çok sayıda eserler yazıldı.
Elbette iyi niyetle kaleme alındılar. İslâm Âlemine çare olsun diye ortaya kondular. Âlemi İslâmı Batılı sömürgeci devletlerden kurtarmak için telif edildiler.
Bu yörelerde yazılan yüzlerce hatta binlerce klasik yazma eserlere, elbette bir diyeceğimiz yok. Kütüphaneleri süsleyen; göz nûru, el emeği sayısız, muhteşem, baş tacı, kaynak, baş yapıt eserler bir yana.
Benim kastettiğim, klâsik eserlerin bakış tarzlarını bir tarafa bırakan yeni eserler. İyi niyetli fakat keyfî yorumlarla yazılan kitaplar. “Bana göre” diyerek klâsik mecra ve akış dışında cereyan eden eserler.
İşte bu eserler malûmat yönünden zengin fakat yorum bakımından keyfîlik taşıyıcı niteliktedirler. İşte bütün sıkıntıların kaynağı budur. Allahın muradını anlamakta acze düşmeleri. Fakat bunun bir türlü farkında olmamalarıdır. Bir bakıma âyetleri keyfî yorumlara tâbi tutmalarıdır. İlâhî murat ve isteğin başka olduğunun farkında ve ayırdında olunmayarak isabetsiz yorumda bulunmalarıdır. Meselâ Bakara Sûresinin 179. âyetinde geçen “Kısasta hayat vardır.” Yani “Öldüren öldürülür.” hükmünü ele alalım:
Bu hüküm gereğince; öldürmeye yeltenen, devletçe öldürüleceğini bildiği için öldürmekten cayar. Böylece hem öldürmek isteyen, hem de öldürülmek istenilen, yeniden hayata kavuşmuş; kısas âyetindeki “hayat” sağlayıcı hikmet de anlaşılmış olur.

banner983
Misafir Avatar
İsminiz
Yorum Gönder
Kalan Karakter:
Yorumunuz onaylanmak üzere yöneticiye iletilmiştir.×

banner376

banner375

banner377

banner981