1990’lı yıllarının başından itibaren değişik tarihlerde belgesel çekmek, konferans vermek ve belgesel gösteriminde bulunmak üzere Türk sivil toplum örgütlerinin daveti ile Almanya’ya bir çok kez gidip geldim.Sizler bu satırları okurken ben yine Almanya’da Devr-i Alem programı olarak belgesel çekiyor olacağım.

Bu kez davet 45 yıldır arkadaşlığımız süren, 1970 yılın’da Giresun’un Espiye İlçesi Soğukpınar beldesi Dikmem mahallesinde ilkokulu birlikte okuduğumuz, çocukluk arkadaşım Ahmet Sarıkaya’dan geldi. 1978 yılından beri Almanya’nın Hannover kentinde oturan Ahmet Sarıkaya ile hem çocukluk yıllarımızı yeniden yaşamak ve hem de Danimarka’nın başkenti Kopenag’a giderek Danımarka belgeseli çekmeyi planlıyorum.

ÇOCUKLUK YILLARIMIZI YENİDEN YAŞAYALIM

Arkadaşlıklar çok önemli.Çocukluk arkadaşı, okul arkadaşı, askerlik arkadaşı  hiç unutulmaz. O masum çocukluk yıllarımız hep gözmüzün önüne gelir, bir sinema şeridi gibi geçer ve hüzünlenir derinlere dalarız... Ne güzel günlerdi, adeta rüzgar gibi gelip geçti. Mahallede oynadığımız bazen yaramızlık yaptığımız o güzel günler. Zaman zaman arkadaşlarımızla kavga ettiğimiz o günler. Guruplar halinde birlikte okula gittiğimiz o güzel günler. Lastik ayakkabılarla ellerimizde okul sobasında yakacağımız odunlar ve gübre torbasından yapılmış çantalar. Derme çatma tahtadan yapılmış okul sıraları. Yaşlar ilerledikçe o çocukluk yıllarını   yaşamak ve hatırlamak insana tarifi imkansız keyif ve haz veriyor. “Geçmiş zaman olur ki hayali cihan değer“diyerek geçmişe değil geleceğe bakıp şimdi sizleri Almanya’ya götürmek istiyorum.

1990 yılından beri değişik tarihlerde Almanya’nın başkenti Berlin, Köln, Hamburg, Münih, Stutgart, Frankfurt, Hannover, Kassel, Dortmund, Düsseldorf gibi büyük kentleri başta olmak üzere bir çok yeri gezip bazı yerlerde de Türk sivil toplum örgütlerinin organize ettiği toplantılarda konferans verip, sunum ve belgesel gösterimlerinde bulundum. Özetle Almanya’yı yakından tanımaya, Almanya’da ki işçilerin sorunlarını birebir öğrenmeye çalıştım.

TÜRK - ALMAN İLİŞKİLERİ NE ZAMAN BAŞLADI?

Tarih boyu Türk-Alman ilişkileriyle ilgili daha önce hazırladığım Almanya belgeseli bir çok televizyon kanalında yayınlanmaya devam ediyor. Bugünkü Almanya ile olan ilişkilerimiz, çok eski tarihlere dayanmaktadır. Her ne kadar Almanya ile Osmanlı devleti arasındaki ilişkiler Haçlı Seferleriyle başlamış ise de, asıl ilk AlmanyaTürk - Alman yakınlaşması Kanuni döneminde olmuştur. Busbeck, Alman - Prusya büyükelçisi olarak 1554’te İstanbul’a tayin edilmiştir. İyi bir diplomat olan ve bu vesileyle Türkleri yakından tanıma fırsatı bulan Busbeck, Türk - Alman halklarını karşılaştırarak; “Tarih, insanları ve ulusları umulmadık bir zamanda yan yana ve karşı karşıya getirir. Ben, Alman ve Türk uluslarının ileride yan yana geleceklerine inanıyorum” demiştir.

OSMANLI YIKILDI, ALMANYA İMPARATORLUK KURDU

Dünya Savaşına Osmanlı devleti ile Almanya yan yana katılmışlar ancak bu durum Osmanlı’ya çok pahalıya mal olmuş ve Osmanlı başta Çanakkale çephesi olmak üzere birçok cephede savaşı kazanmış olmasına rağmen Almanlar kaybettiği için mağlup sayılmıştı. Birinci dünya savaşından sonra Osmanlı yıkılarak tarih sahnesinden silinmiş.

Osmanlı imparatorluğunun küllerinden doğan Türkiye Cumhuriyeti devleti ölüm kalım mücadelesi verirken, dili, dini ve kültürü bir Türkiye devleti türlü entirikalarla bölünüp parçalanmaya çalışılır. Bugün Almanya ikinci dünya harbinde kaybettiği Doğu Almanya ile birleşip gücüne güç katmış ve İngiltere’ye ragmen Avrupa birliğinide kurarak büyük Alman imparatorluğunu devam ettiriyor.

TÜRKİYE - ALMANYA MÜCADELESİ

Bugün bile Türkiye ile Almanya arasında her bakımdan müthiş mücadele yaşanıyor. Bu mücadelede yine Türkiye kaybediyor. Türkiye’de yapılan çok önemli yatırımlardan Almanlar hiç haz etmiyor. Türkiye’de altın madenlerinin açılıp işletilmesinden ve üçüncü hava limanı inşaatından Almanlar çok rahatsız. Almanya ve Avrupa Birliği’nin en büyük pazarı Türkiye. Bu ülkeler en fazla ihracatıTürkiye’ye yaparak para kazanıyor.

Osmanlı torunları bugün Başta Almanaya olmak üzere birçok Avrupa ülkesinde işçi olarak çalışoyar. Bir kaç yıl çalışıp döneriz diye 1960’lı yıllarda Almanya’ya ve Avrupaya gönderdiğimiz işçiler dönemediği gibi onların çocukları ve torunlarıda dönemiyor. Vatan aşkı ve hasreti ile yanan gurbetçiler önce kurulan sözde işçi şirketleri, sahte holdingler ve türlü bahanelerle kandırılıp dolandırılmış, onlar hep döviz deposu olarak görülmüş.

MENDERES İŞÇİ GÖNDERMEYE NEDEN KARŞI ÇIKMIŞTI?

Burada bir tarihi hakikati daha sizlerle paylaşmak istiyorum. İkinci dünya harbinden başta Almanlar olmak üzere bütün dünya zarar görmüş, milyonlarca insan ölmüştü. Avrupa’da ölenlerin sayısı bugün bile tam olarak bilinmiyor. Almanya ve Avrupa insan gücünü kaybedince 1950’lili yıllarda Türkiye’den çalışacak insan gücü ister. Dönemin Başbakanı merhum Menderes, ben Osmanlı torunlarını Hırıstiyan Avrupa’ya işçi adı altında köle olarak göndermem der ve direnir. Acak Menderes idam edildikten sonra 1960’lı yıllarda Türik işçileri Menderes’i idam eden askeri cunta hükümeti tarafından gönderilmesi çok düşündürcüdür.

Bugün yarım asırdır Türkler Avrupa ve Almanya’da modern köle gibi bulunmakta, en temel evrensel insan hakkı olan İslamiyet resmi din olarak tanınmadığı gibi Müslümanlar üzerinde algı operasyonları ve İslami fobi baskısı uygulanmakta. Burada tarihi tesbitlerimize virgül koyup, biz Almanya’ın Hannover ve Hamburg kentleri ile Danimarka’nın  başkenti Kopenhag’da belgesel çekerken sizleri daha önce kaleme aldığım  “BELGESEL TADINDA  ALMANAYA’DA DEVR-İ ALEM” gezi notları yazısı ile baş başa bırakıyorum.

İSMAİL KAHRAMAN’IN KALEMİN’DEN BELGESEL TADINDA ALMANYA’DA KÜLTÜR GEZİSİ

ALMANYA’DA DEVR-İ ALEM

Göçün 50.yılında Almanya’da ki Göç Türkler Belgeseli

Avrupa Türk İslam Birliği kültür merkezinin Essen’de düzenlediği kültür festivaline katılmak üzere 29 Eylül 2011 tarihinde Almanya’ya gittim. 4 günlük kültür festivalinde ki etkinlikleri takip edip belgesel çekerken, Almanya’nın çeşitli yerlerinde ki işçilerle de görüşme fırsatım oldu. Belgesel çekimleri yapıp, işçilerin sorunlarını yerinde araştırdım. İşçilerin çalıştığıGöç Türkler bölgeleri ve özellikle Almanya’ya ilk gelen birinci kuşak Türk işçilerinin çalıştığı madenlere inerek belgesel çektim.

Gerçekten Türk işçileri büyük fedakarlıklarla buralarda emek vermiş, yerin binlerce metre altında çok zor şartlarda madenlerde çalışmışlar.Almanya’nın kalkınmasına, Almanya’nın büyüyüp gelişmesine büyük katkıda bulunmuşlar.Bugün bu işçilerimiz nerede ne yapıyorlar, hangi huzur evlerinde kaderine terk edilmiş, unutulmuş belli değil.Gerçekten üzülüp ağlanacak bir durum.O işçilerimizin dramını başlı başına araştırmak gerekiyor.

Bochum maden ocağındayım

Türk işçilerinin yoğun olarak bulunduğu Düsseldorf, Dortmund, Essen bölgesinde ki maden ocağının bulunduğu bölgede özel izinle ilk kez çekim yapan gazeteci olmanın heyecanını yaşıyorum.Yerin binlerce metre altına inip belgesel çekimi yapma fırsatım oldu.Buraya giden madenci işçilerimizin hangi şartlarda nasıl çalıştıklarına şahit oldum. Gerçekten maden ocağında görüp yaşadıklarım, maden ocağının girişinde ki maden müzesi ve madenciliğin Bochum Maden Ocağıtarihi gerçekten insana çok önemli fikirler veriyor, işçilerimizin hangi şartlarda çalıştığını, ömürlerini nasıl buralarda geçirdiklerini daha iyi anlıyorum.Almanya’nın yer altının tamamı adeta delik deşik.Her yer maden galerileriyle dolu.Halen Almanya’da büyük çapta taş kömürü rezervi bulunuyor.Bize Almanya’da rehberlik yapan ve özel misafirperverlik örneği gösteren gönül dostu ve kültür adamı İsmail Bocal beyin açıklamasına göre Almanya 2020 yılında nükleer enerjiyi bırakarak yeniden kömürle çalışan enerjiye dönüş yapacakmış.Şu an da kömür madenlerini tam kapasite ile kullanmayan Almanya, dünyanın bir çok ülkesinden kömür ithal ederek, kendi kömürünü kullanmak istemiyor.

Nehirler ve su yolları

Almanlar Rennes nehrini ve denizden actıkları su kanallarıyla adeta ülkenin içerisini bir su yolu haline getirmişler.Renklinhaus yakınlarından geçen Rennes nehrinde ki su taşımacılığını yerinde tespit ettim.Nehirler adeta yol haline getirilmiş.Özellikle Hitler döneminde nehir yatağı düzenlenmiş, yeni kanallar yapılmış.Deyim yerindeyse Almanya’nın her yerini nehir yataklarıyla tren yolu ağı gibi nehir yolu ağına çevirmişler.500 tonluk, 1000 tonluk nehir gemileri taşıma yapıyor. Gemilerin köprü altlarından geçişi ise özel bir sistem ve havuzla sağlanıyor.Gemilerin nasıl geçiş yaptığını, nasıl taşıma yaptığını da belgeselleştirdim.Bu konuda da rehberimiz İsmail Bocal bey çok özel bilgiler verdi.Gemi taşımacılığının önemine değinip nehir yataklarının adeta taşıma kanalı haline çevrildiğinden bahsetti.

 Bit pazarında ekonomik krizin izleri

Avrupa büyük kriz yaşıyor.Almanya krizin en çok hissedildiği ülkeler arasında.Bir çok fabrika kapanmış durumda. Almanya işsizler ordusuna işsizlik maaşı vermekte zorlandığı için kesintiler yapmaya çalışıyor.Almanya’da ki sanayici ve işadamları Çin’de üretim yaparak Almanya’da mal satıyorlar.Almanya’da işçi çalıştırmak çok zor.Müthiş bir işsizler ordusu var.Almanya’da bulunduğum süre içerisinde ekonomik krizin nasıl hissedildiğini yerinde görüp yaşadım. Türkler hayatlarından memnun değil.Türk çocukları Türkiye’ye dönmek istiyorlar.Gerçekten ciddi anlamda bir kriz ve ekonomi de daralma var.Ekonomik krizi yerinde görmek için bit pazarına gittim.Bit pazarı sabahın erken saatlerinde açılıyor.Ekonomik sıkıntı çeken Almanlar evlerinde ne varsa burada satıyorlar.Piyasa değerinin onda birine satılan eşyalar, Almanlar ve diğer insanlar tarafından alınıyor.Bit pazarında belgesel çekimleri yaparken, bazı Almanlar görüntü vermek istemiyor.Türklerle yaptığımız konuşma da ekonomik krizin Almanya’yı kasıp kavurduğundan bahsediyorlar.Bit pazarına gitmişken eski bir kamera ile Conrad Adnauer Vakfı’nın kurucusunun hayatını anlatan Conrad kitabını 1 Euro’ya satın aldım.Bit pazarında yok yok her şey var.Almanya’ya gittiğinizde mutlaka bit pazarına uğramanızı tavsiye ediyorum.Bit pazarında beni en çok etkileyeen Faslı bir Müslüman erkek ile evlenen adını Ayşe olarak değiştiren ve kızına da Fatıma adını koyan bir Alman oldu.İsmail Bocal beyin ifadesine göre bir çok Alman Müslüman oluyor.Müslümanlardan ise Hristiyan olan yok denecek kadar azmış.Ayşe hanıma neden Müslüman olduğunu sorduğumda dinlerle ilgili akla ve mantığa uyan dinin İslamiyet olduğunu, İslamiyetin insana, bilime, gelişmeye, çevreye ve hoş görüye verdiği önemin kendisini etkiyerek İslamiyeti kabul ettiğini söylüyor.

Almanya’da baba olmak

Almanya’da bir çok sivil toplum örgütümüz var.Büyükelçiliklerimiz, Baş konsolosluklarımızın yanı sıra sivil toplum örgütleri, dernekler, vakıflar, camiler, kültür merkezleri, Türklere hizmet veriyor.Bu hizmetler çok önemli. Bugün kültür merkezleri, cami ve derneklerle ilişkisi olan aileler dilini ve dinini korumaya çalışıyor.Çocuklarına milli ve manevi kültürünü öğretmek için camilere ve kültür merkezlerine gönderiyorlar.

Ancak her şeye rağmen aileler Almanya’da çocuklarının geleceğinden endişeli.Çocuklarının milli ve manevi kültürünü korumaları ve Türkçe’yi unutmamalarını, dini bilgilere sahip olmaları için fikirler üretiyorlar.Alman devletine ait okullarda 14 yıldan beri okul aile birliği başkanlığı yapan kültür adamı ve gönül insanı Mücahit Batırlık bey ile özel söyleşi yapıyoruz.Mücahit bey “Babalar Grubu” kurduklarını, bu grubun zaman zaman toplanarak çocuklarına nasıl sahip çıkabilmek için fikir alış verişinde bulunup, toplantılar düzenlediklerini, toplantıya akademik seviye de insanlar davet ederek konferanslar düzenlediklerini söyledi.Gerçekten çok güzel bir girişim.Türkiye’den de babaların örnek alacağı bir çalışma, kendisiyle çok güzel bir söyleşi gerçekleştirip, önemli fikirler aldık.

Almanya’da Türk çocuklarının eğitimi

Belgesel çekimlerimiz esnasında çok acı olaylara da şahitlik yapıyoruz.Almanya devleti Türkçe eğitimini ders olmaktan çıkarıyor.Entegrasyon adı altında türleri asimile etmek için değişik yöntemlere baş vuruyor.Türkçe’nin ders olmaktan çıkartılması, Türkçe’nin unutulmasına sebep olacak.Alman devleti baştan beri Türklerin birlikte yaşadığını, aynı mahallede ve aynı semtte yaşamasını bir türlü içlerine sindiremiyorlar.Entegrasyon kelimesinin arkasına sığınarak Türklerin nasıl asimile etmenin plan ve hesabını yapıyorlar.Türkiye bu nokta da ciddi bir çalışma yapmalı.Dilin unutulması, Türkçe’nin Almanya’da zorunlu ders olarak devam etmesi için mutlaka baskı yapmalı.Acı ama gerçek Türklerin yeni yetişen gençlerinin büyük çoğunluğu Türkçe konuşmuyor.

Almanca din dersi kitabı

Başta Türkler olmak üzere Almanya’da milyonlarca Müslüman yaşıyor.Ancak İslamiyet Almanlar tarafından resmi din olarak tanınmadığı için Müslümanlar bir çok sorun ve sıkıntı yaşıyor.Türklerin işçi olarak gelişinin 50.yılı olmasına rağmen alman okullarında ilk kez din dersi verilecek.Emeği ile gelişip büyüyen Almanlar, Türk işçilerinin en temelBerlin Türk Şehitlik Cami insan hakkı olan dini inançlarına bir türlü saygı göstermemiş, nihayet yeni bir karar alarak din dersinin 5. ve 6. sınıfta okullarda okutulması için karar almış.Din dersi kitabı ise Almanca olarak basılmış, Almanca basılan din dersi kitabını inceleme fırsatım oldu.Din dersi kitabının en başında “Yahudilerle ilgili bölümler çıkartılmıştır.” ifadesi yer alıyor.İşe sakat olarak başlanmış.Din dersi Kur’an’ı Kerim de ne ise o verilmelidir.Baştan tahrif olarak yapılan bu hareket din dersinin de nasıl verileceğinin de göstergesi.Ama her şeye rağmen önemli bir gelişme.Temennimiz Alman devleti İslam dinini de resmi din olarak da kabul eder.

Boşanmalarda büyük artış var

Almanya’da Türkler büyük bir dram daha yaşıyor.Kameramız elimizde Almanya’nın çeşitli bölgelerinde belgesel çekimleri yaparken, ithal damatlar ve ithal gelinlerle de tanışıyoruz.Almanya’da ki Türk işçileri Türkiye’den damatlar ve gelinler almaya devam ediyorlar.Bugün Türkiye’den gelin ve damat olarak giden on binlerce insanımız var.Milli gelin ve milli damat dense de daha çok ithal gelin ve ithal damat olarak anılıyorlar.Kameramızı bu insanlara da yöneltiyoruz.Bir söyleyip bin ah işitiyoruz.İthal gelin ve ithal damatlarda boşanma oranı yüzde yetmişlere dayanmış.Bu aile birleşmesi olarak yapılan evlilikler bugün aile ayrışması haline dönmüş.Boşanmalar yüzünden on binlerce Türk çocuğu büyük sorun ve sıkıntılar yaşıyor.Hiç yüzünden yapılan boşanmalar da en çok mağduriyeti Türkiye’den giden ithal gelinler yaşıyor.İthal gelinler adeta ölüm kalım mücadelesi veriyorlar.Ayrıca dışlandığı için sıkıntılı ve kötü hayat içerisindeler. İthal damatlar ise onların dramı bir başka.Bir çokları çoktan pişman olmuş, keşke çocuklarımız için evliliğimiz devam etse diye de konuşmadan geçemiyorlar.Almanya’da yetişen gençler ise yaşanan bu boşanmaları görünce evlilikten vazgeçiyor.Türk gençlerinin büyük bir çoğunluğu bugün Almanlar gibi yaşayarak evlenmiyorlar.Belgesel çekimlerimizi de bu acı olayı da belgeselleştirerek tarihe not düşmüş oluyoruz.

Essende ki kültür festivalini belgeselleştirdim

Türklerin Almanya’ya gidişinin 50. yılı dolayısıyla düzenlenen Türk kültür festivali adeta bir Türk gününe dönüştü.Açılış coşkulu geçti.Türk ve Alman yetkililer, Türk sivil toplum örgütleri ve on binlerce Türk, Essen’de ki fuar alanını doldurdu.4 gün süren festivalin kültür bölümlerini belgeselleştirerek tarihe not düştüm.

Göç Türklerin Dramı

Kültür festivalinde 13 yıl önce Almanya’da birlikte konferans verdiğimiz Osmanlı’nın 700. yılı dolayısıyla Avrupa Türk İslam Birliği’nin organizasyonuyla gerçekleşen toplantılarda birlikte konuşmalar yaptığımız değerli bir gönül dostu ile de yeniden karşılaştık.Tarihçi ve yazar doktor Almanya Kültür FestivaliLatif Çelik beyin işçilerin Almanya’ya gidişinin 50.yılı dolayısıyla açtığı fotoğraf sergisi benim büyük ilgimi çekti.Fotoğraf kareleri adeta zamanı durdurup insanı geçmişe götürüyor. Sergiyi gezen yaşlı Türklerle konuşuyoruz.Bazıları duygulanıp göz yaşlarına hakim olamıyorlar.Doktor Latif Çelik bey çok önemli açıklamalar yapıyor.Latif bey kendini Türk Alman ilişkileri tarihine adamış bir isim.Devr-i Alem kameralarına Türk-Alman ilişkilerinin gelişimi hakkında önemli açıklamalar yapıyor.Türklerin Almanya ile ilk ilişkilerinin Selçuklu döneminde haçlı seferi sırasında Anadolu’dan esir alınan Türkler olduğunu söylüyor.Kanuni döneminde Osmanlı’nın Almanya’ya ilk büyük elçi atadığını açıklayarak, Almanya’da ki Türk izleri ve Türkiye’de ki Alman izleri hakkında belge ve fotoğraflarla bilgiler veriyor, belgesel çekimimizi yapıyoruz.

Alman gümrüklerinde ilginç uygulama

Almanya çok enteresan.Dünyanın bir çok ülkesini gezme fırsatım oldu.Almanya’ya bir çok kez giriş yaptım.Son yaptığım girişte genç bayan gümrük görevlisi polis memuru Almanya’da kaç gün kalacağımı, paramın olup olmadığını, Visa kartlarımı sordu ve kartlarımı gördükten sonra pasaportuma giriş damgası bastı.Çıkarken de farklı bir olay daha yaşadım.Bu kez kameram ve fotoğraf makinem özel bomba güvenlik ekipleri tarafından adeta süzgeçten geçirildi.Özel yöntemlerle kontrol edildi ve bana öyle teslim edildi.

Devr-i Alem’e büyük ilgi

Almanya’da beni en çok mutlu eden Devr-i Alem programının büyük bir izleyiciye sahip olduğunu görmekti. Yaşlısından gencine, erkeğinden kadınına bir çok insan Devr-i Alem programlarını büyük beğeniyle izlediklerini söylerken minnet ve şükranlarını ifade ediyorlardı.Bir çok insan dünyayı Devr-i Alem programıyla gezdiğini söylerken beni en çok etkileyen ise Akşam gazetesi ve Show TV’nin Avrupa temsilcisinin sözleri oldu.Avrupa’da yıllardan beri gazetecilik yapan Ahmet bey programların çok önemli olduğunu, tek başına nasıl yaptığını, yakından ve sizinle adeta gezer gibi hissediyorum.Sizleri candan kutluyorum.” demesi beni gerçekten heyecanlandırdı ve mutlu etti.Kanal Avrupa TV’nin sahibi Ali Akbaş bey ise belgesel programcılığın önemli olduğuna açıkladı.TGRT Avrupa kanalının sorumlusu Ahmet Dörtkaşlı bey Devr-i Alem programlarının Avrupa kanalında da yayınlamaya başlanmasından sonra büyük izleyici almaya başladıklarını söyledi.Gerçekten yapılan çalışmaların boşa gitmediği ve hiçbir maddi beklenti düşünmeden belgesellerin izleyici tarafından beğenilmesi en büyük manevi katkı olduğunu görmek çok önemli.

Almanya’da iş göçünün kısa tarihi

Almanya’ya ilk göç 31 Ekim 1961’de Türk İşgücü antlaşması ile başladı.Almanya, 2. Dünya savaşından hızlı kalkınma hamlesi karşısında çığ gibi büyüyen işçi açığını İtalya, Yunanistan, Portekiz gibi ülkelerinden karşılamaya başladı.1967’de imzalanan antlaşmayla ilk Türk göçleri başladı.İşçilerin yüzde 60’ı kalifiye elemandı.2004 yılı itibariyle Türk işçisi sayısı 3,5 milyonu geçmiştir.

Türk-Alman ilişkilerinin tarihi

Türk Alman ilişkilerinin tarihi 800 yıl öncesine dayanmaktadır.Osmanlı Devleti’nin kurulmasıyla başlayan ilişkiler Osmanlı’nın Avrupa’da en güçlü olduğu 16. ve 17. yüzyıllarda iki ülke arasında sınır komşuluğu düzeyine gelmiştir.Kanuni döneminde birinci Viyana kuşatmasında Osmanlıların bazı Alman prensleriyle karşı karşıya geldiği düşünülüyor.Almanlar ve Osmanlı arasında son savaş ise 1683 yılında ki İkinci Viyana savaşı olarak bilinmektedir. 19. yüzyılda Türk-Alman ilişkilerinde yeni bir dönem başlamıştır.Bu dönemde ilişkiler askeri ve teknik iş birliğine dönüşmüştür.Zamanla da kültürel ve ticari alanlara da yayılmıştır.

Türkler neden Almanya’ya göç etti?

Bunun bir çok sebebi vardı. Ancak özetle şu sebepleri sayabiliriz:

* Nüfus problemleriAlmanya 1

* Ekonomik problemler

* Çevre şartlarında ki problemler

* Siyasi problemler

* Savaşlar

Bunlar arasında ki en önemli neden kuşkusuz ki ekonomik ve siyasi problemlerdir.Gelir dağılımında ki dengesizlikler işsizlik ve yoksulluk gibi ekonomik nedenlerle çok sayıda kişi yaşadığı alanları devamlı olarak terk etmektedir.

Almanya’ya Veda ederken

Almanya’da kaldığım 4 günlük süre içerisinde adeta rehberliğimizi yapan, bizi bir an olsun yalnız bırakmayan ve her yönüyle örnek bir aile profili sergileyen değerli dost ve gönül insanı İsmail Bocal bey ile her yönüyle destek gördüğüm bir rehber bir kameraman bir asistan gibi adım adım Almanya’yı dolaştık.Kendisine teşekkür ederken örnek bir aile olarak çok güzel bir aile babası olduğunu da gösterdi.Kendisine şükranlarımı sunuyorum.

Bizler Almanya ya vedea ederken gelin şimdi sizleri tarih boyu Türk-Alman ilişkileri ile ilgili yaptığımız araştırma yazısı ve Almanya belgeseli senaryosu ile baş başa bırakalım.Belgesel tadında Almanya belgeseli senaryosunu birlikte okuyoruz.

----------------------------------

Osmanlı’dan Türkiye Cumhuriyeti’ne Almanya’da Devr-i Alem

Türk –Alman ilişkileri ne zaman başladı?

Bugünkü Almanya ile olan ilişkilerimiz, çok eski tarihlere dayanmaktadır.Her ne kadar Almanya ile Osmanlı devleti arasındaki ilişkiler Haçlı Seferleriyle başlamış ise de, asıl ilk Türk-Alman yakınlaşması Kanuni döneminde olmuştur.Busbeck, Alman-Prusya büyükelçisi olarak 1554’te İstanbul’a tayin edilmiştir.İyi bir diplomat olan ve bu vesileyle Türkleri yakından tanıma fırsatı bulan Busbeck, Türk-Alman halklarını karşılaştırarak; “Tarih, insanları ve ulusları umulmadık bir zamanda yan yana ve karşı karşıya getirir.Ben, Alman ve Türk uluslarının ileride yan yana geleceklerine inanıyorum” demiştir.Busbeck bu görüşlerinde haklı çıkmıştır.I. Dünya Savaşına Osmanlı devleti ile Almanya yan yana katılmışlardır.

 Türk-Alman siyasi ilişkilerinin başlama tarihi

Türk-Alman ilişkilerinin siyasi ağırlıklı yönü büyük Friedrich’in 1740 yılında tahta çıkmasından sonra olmuştur.Friedrich Avrupa’yı Slav egemenliğinden korumanın ve ayrıca hasmı Avusturya’ya karşı giriştiği zorlu mücadelede başarılı olmamanın yolunu ancak Türk-Alman işbirliğinde görüyordu.Almanya 2İmparator sürdürdüğü ısrarlı politikası sonucunda Osmanlı-Prusya arasında 1761’de ilk dostluk antlaşmasını imzalamasını sağlamıştır.Daha sonraki yıllarda Osmanlı Devleti ile ittifak yapılması yolundaki çalışmalarını, planlı şekilde sürdüren II. Friedrich, 1790’da da Osmanlı-Prusya ittifakının imzalanarak tarihe geçmesiyle bu emeline ulaşmış oluyordu.

Bu anlaşmalardan sonraki yıllarda Osmanlı ile Prusya karşılıklı menfaatlerini göz önünde tutarak birbirlerinden faydalanmaya çalışmıştı.Nitekim, Prusya 1839-1871 yılları arasında Osmanlı Devletine hemen hemen çoğu asker kökenli bir takım kimseleri göndermişti.Bunlardan Koczkawski Mahmut Muhlis Paşa, Schwenzfever Ahmet Rami Paşa, Wendt Nadir Paşa, Strecka da Reşit Paşa gibi isimleri ve unvanları alarak Müslüman olup uzun süre Türk milletine hizmet vermişlerdir.

Osmanlı Almanlar’a neden kapılarını açtı

19. yy’ın ikinci yarısında Osmanlı İmparatorluğu yeni bir bağlantıya girdi.Bu bağlantı ve yakınlık Osmanlı denge siyasetini herhangi bir büyük devlete karşı izlediği türden değildi.Devlet orduda ve yönetimde Alman nüfuzuna kapılarını açmıştı.Osmanlı İmparatorluğu’nun 19.yy sonlarında Avrupa güçler dengesini alt üst ederek ortaya çıkan Almanya ile kurduğu ilişkiler; devletler ailesindeki herhangi iki devletin normal bağlaşıklığı olmaktan daha fazla bir olaydır.Bu ilişkinin diplomatik ve siyasal boyutları ötesinde, her iki ülkenin sosyal ve iktisadi tarihi içinde önemli bir yeri vardır.Artık Osmanlı geleneksel siyasetinde ve ittifak anlayışında bir değişme söz konusudur.

Genç Alman İmparatorluğu’nun yayılma hırsı, evvelemirde Osmanlı topraklarına yönelmişti.Bu yayılma siyasetini iktisadi, askeri, siyasi ve kültürel açılardan düşünmek gerekmektedir.Almaya 19. yüzyıl Fransız, İngiliz tipi emperyalist siyasetinde geç kalmıştır ve şartlar dolayısıyla yeni bir nüfus politikası türü ortaya koymak zorundadır. Almanya’nın 19. yüzyıl sonunda ortaya koyduğu yayılmacı siyaset 20. yüzyıl başındaki Almanya’nın tarihidir demek pek yanlış olmaz.Dünyada hiçbir devletin kuruluşu Almanya’nın ki kadar başlangıçtan itibaren milletler arası politikaya bu denli büyük ölçüde etki yapmamıştır.Almanya’nın ortaya çıkışı ile Avrupa diplomasisinin görüntüsü ve yapısı değişmiş, Avrupa dengesi bambaşka şekil almıştır.Milletlerarası politikaya Almanya ile yeni bir hareket gelmiştir.Bu devletin hareket ve faaliyeti sonucudur ki, insanlık, günümüzde “felaket” diye nitelendirilen Birinci ve İkinci Dünya Savaşlarına şahit olmuştur.Mamafih, kabul etmek gerekir ki, insanlığın en büyük siyasal ve sosyal transformasyonu da, bu iki savaştan sonra olmuştur.

Alman birliği nasıl kuruldu?

1871’de Alman birliğinin teşekkülü; başından sonuna kadar her safhasında Osmanlı Devletini etkileyen gelişmeleri de beraberinde getirmiştir.Almanya’nın ortaya çıkışıyla Avrupa diplomasisinin görüntüsü ve niteliği değişmiş, Avrupa dengesi bambaşka bir hal almıştır.Birliğin ilk merhalesi olan Avusturya’nın yenilmesi Bismarck önderliğindeki Prusya’nın ilk önemli başarısı olurken bu mağlubiyet Avusturya’yı Osmanlı vilayetleri olan Bosna ve Hersek’e yöneltiyordu.1870 tarihinde Prusya’nın, Fransa’yı yenmesi ise Osmanlı Avrupa’sının ayrılmasına giden yolun başlangıcı olmuştur.1856 Paris Antlaşmasıyla Karadeniz’den çıkartılan Rusya hemen harekete geçerek ilgili maddeleri iptal ettirmiştir.Büyük bir yıkıma uğrayan Fransa’nın devreden çıkması üzerine Paris Antlaşmasının diğer garantörü olan İngiltere devleti de tek başına Rus isteklerine direnmediği görüldü.

Diğer yandan Alman birliğini kendi Slav birliği politikaları için bir tehdit olarak gören Rus Pan-Slavistleri Rus hükümetine hareket zamanının geçtiği yolunda tahrik ederek balkanlarda ki ayrılıkçı faaliyetleri hızlandırdılar.

Alman milliyetçiliği fikrinin ivmesiyle, bir konfederasyon teşkil eden yaklaşık üç yüze yakın derebeyliği etrafında toplanan Prusya, başbakan Bismarck idaresinde 1890’a kadar Avrupa siyasetinin belirleyici unsuru oldu.Fransa’yı 1870 yenilgisinin öcünü almayacak kadar milletlerarası ilişkilerde yalnız bırakmayı siyasetinin ana hedefi yapan Alman başbakanının bu tavrı, Avusturya ve Rusya tarafından Osmanlı devleti aleyhine yayılmak için bir bahane oldu. Bu durumun ilk meyvesi 7 Eylül 1872’de oluşturulan Birinci Üç İmparatorlar Ligi olmuştur.Almanya, Avusturya ve Rusya’nın katılmasıyla oluşan ligin Osmanlı Devletini ilgilendiren yanı devletlerin doğu meselesiyle ilgili durumlarda birlikte hareket etme kararıdır.

Avrupa’nın hedefi Osmanlı’yı parçalamak

1879’da Almanya-Avusturya ittifakı imzalandı.Bu anlaşma Avusturya’yı Bosna-Hersek’te ki faaliyetlerinde serbest bırakırken Rusya’ya karşı da Alman desteği güvencesini sağlıyordu.Orta Asya’da ve Afganistan’da olduğu kadar Osmanlı Devleti üzerindeki yayılma emellerinde de İngiltere karşısında yalnızlığa itildiğini gören Rusya’nın tekrar Almanya’ya ve Avusturya’ya dönmesi üzerine İkinci Üç İmparatorlar Ligi meydana geldi.

Bütün bu ittifakların tek ortak noktası Osmanlı Devleti’nin Avrupa toprakları üzerindeki paylaşma hesaplarını düzenliyor olmasıydı.Nitekim 1879’da İngiltere, Rus tehdidini bahane ederek Kıbrıs’ı işgal etti.Amacı Osmanlılara yardımdan ziyade Hindistan yolunu güvenlik altında tutmaktı.İngiltere, Akdeniz de özellikle Mısır üzerinde hakimiyet hesapları yaparken en güçlü muhalifi Fransa’yı bir başka Osmanlı vilayeti Tunus üzerine teşvik ederek rahatlatmaya çalışıyordu.1881’de ki Fransız işgaline karşı Osmanlı devletinin protestosu hiçbir şeyi değiştirmezken Tunus hakkında emelleri olan İtalya, Fransa’ya karşı kendine yardımcı aramaya başladı.Ancak Tunus’taki iki bin Fransız’a karşılık yirmi bin İtalyan’ın bulunması devletleri fazla alakadar etmedi.Siyasi yalnızlığının sonucunu bu şekilde gören İtalya Avusturya ve Almanya ile 20 Mayıs 1882’de ittifak yaptı.Topraklarına yönelik Rus tehdidini derinden hisseden Romanya’da 1883’te birliğe katıldı.

Almanya Osmanlı politikasını neden değiştirdi?

Görüldüğü gibi Almanya, birliğini kurduktan sonra 1890’da Başbakan Bismarck’ın ayrılmasına kadar olan sürede Avrupa siyasetinin belirleyicisi olarak inisiyatifi elinde tutarken Osmanlı devletini göz önüne almamıştır. Halbuki girdiği bütün ilişkilerden dolaylı olarak ta olsa Osmanlı devleti etkilenmiştir.

1880’de Alman İmparatoru II.Wilhelm ile Almanya’nın Osmanlı politikasının değiştiğini görüyoruz.Gittikçe artan bir hızla büyüyen Alman sanayisine yeni yayılma alanları, hammadde kaynaklarıyla mamul maddeleri satacak yeni pazarlar bulma meselesi Alman yöneticilerini yeni arayışlara sevk etti.II. Wilhelm’e göre bütün bu şartlar Osmanlı devletinde fazlasıyla mevcuttu.Alman politikasında bu inanç yaygınlaşırken İngiltere’nin de Osmanlı politikasının olumsuz yönde değişmesi Osmanlı yöneticilerini, başta sultan II. Abdülhamid olmak üzere siyasi, kültürel ve ekonomik safhada Alman nüfuzunu hoş karşılamaya sevk etti.Almanya’nın Osmanlı Devleti lehine bir siyaset takibi neticede iki devleti I. Dünya savaşına müttefik olarak sokacaksa da başlangıçta Osmanlı idarecilerine dış politikada yeni bir alternatif imkanı sağlamıştır.

Berlin kongresi ve Osmanlı’nın geleceği

1878 Berlin kongresi, Osmanlı İmparatorluğunun Avrupa kıtasında önemli toprak kaybı ile sonuçlandı. Bulgaristan ikiye ayrılmış ve yarı bağımsız bir statüye kavuşmuştu.Bosna-Hersek, Avusturya-Macaristan İmparatorluğu idaresine bırakılıyordu.Sırbistan ve Karadağ daha önceden imparatorluktan koptuğunu göze alırsak Osmanlı İmparatorluğunun Slav tebaasını kaybettiğini söyleyebiliriz.Rusya, İngiltere, Fransa ve Avusturya-Macaristan gibi büyük devletler artık Osmanlı İmparatorluğuna yağma politikasına yönelmişlerdir.Bu durum Osmanlı devletinin iç ve dış siyasetinde önemli değişikliklere yol açacaktır.Osmanlı İmparatorluğu bu döneme girdiğinde artık yabancı devletlerin baskısı altında bulunmaktaydı.Devletin mali yönden iflasından sonra 1881’de Duyyun-u Umumiye kuruldu.Devletin bazı gelirlerine yabancı devletler tarafından el konuldu.Ülkedeki yatırımlar sürekli olarak batılı devletler lehine fazlalaşıyordu.Devletin iktisadi hayatı onların denetimi altında idi.Devletin dış borçlar toplamı iki milyar frank civarında idi.Bu borca karşılık bazı vergiler, Aşar vergisi, gümrük resmi, tütün ve tuz tekeli, pul ve ispirto vergisi, İstanbul Balıkhane Rusümu, bazı eyaletlerin ipek resmini toplama yetkisi alacaklıların temsilcisi Duyyun-u Umumiye’ ye bırakıldı.

Osmanlı Avrupalı bankaların istilasına uğruyor

Maliyenin iflasından sonra ülkenin doğal zenginlikleri, tekeli imtiyazlar halinde yabancılara verilmesi süreci hızlandı.Ziraat bankası dışında başka bir ulusal banka yoktu ve Osmanlı İmparatorluğu güçlü yabancı bankaların istilasına uğradı.İtalya, Hollanda, Avusturya bankalarının şubeleri ülkenin her yerine yayıldı.Dış ticaret açığı sürekli artıyordu.Bu yüzden en önemli yatırımları yapabilmek bile yabancı sermaye ile mümkün oluyordu.En önemli yatırım; imparatorluğun askeri, idari mekanizması içinde hayati önemi olan demiryolları idi.Tarım gelirleri son derece düşüktü. Esasen ülke tarım ülkesi olmasına rağmen İstanbul gibi büyük şehirler yoğun ithal malı buğday ile beslenirlerdi. 19. yüzyıl da sanayileşen batı ülkelerinin kendilerine sağlanan gümrük kolaylıklarıyla Osmanlı tezgah sanayisini kesin iflasa sürüklemelerinden sonra, modern sanayi kurma çabaları başarısızlıkla sonuçlanmıştı.Ülkenin uğradığı iktisadi çöküntü bürokrasiyi ve orduyu modernleştirmek zorunluluğu karşısında içinden çıkılmaz bir duruma girdi.Ulusalcılık akımları, iç ayaklanmalar, dış müdahaleler yüzünden yorucu savaşlarda toprak kaybeden imparatorluk, dış politik güçler arasında denge oyunlarına başvurarak yasama dönemine girdi.Değişen dünya siyasal konjonktürüne göre arkasını bir güçlü devlete dayıyordu.Osmanlı dış dünyaya etki edecek kapasiteye sahip değildi.Bütün dünyada İslam’ın lideri rolünü üslenen imparatorluk bu politikayı yürütecek gerekli araç ve kuvvete sahip değildi.Fakat sömürgelerde İngiltere, Fransa ve Rusya karşıtı bir politika gütmek durumunda idi.Bunu hiç değilse görünüşte yapacaktı ve teatral sahneye koyuşta uyumlu rol oynayacak tek partner Almanya idi.

Osmanlı devleti ve Berlin kongresi

Almanya bu durum sonucu ülkemizin tarih sahnesine çıkabildi.Berlin kongresinden sonra ağır bir darbe yiyen ve tarihi dönüm noktasına gelen Osmanlı İmparatorluğu yöneticilerinin, büyük devletler arasında Almanya’ya yakınlık duymalarının nedeni Avrupa devletlerinin dış politikalardaki ilkelerin ve yöneldikleri etki alanlarının, Osmanlı İmparatorluğunun yaşama şansına son verecek biçimde değişmesidir.Artık, Osmanlı sultanı ve yöneticileri Almanya desteğini arıyorlardı.Berlin’de sultan adına, Bismarck ile görüşen Ali Nizami Bey, ondan ordu ve sivil idareyi ıslah edecek uzmanlar isterken “Osmanlı saltanatının Alman ittifak ve desteğini son derece arzu ettiğini de” bildirmiştir. Bismarck ise “Almanya’nın Osmanlı ile ittifak istediğini ancak arada Avusturya olduğunu bu nedenle önce Avusturya ile Osmanlı devletinin anlaşması gerektiğini” söylemiştir.Böylece Avusturya ile Osmanlı zorla dostluğa itilmiştir.

Avrupa konjonktüründe dost olarak görünen veya öyle olması beklenen Japonya ve Almanya idi.Osmanlı, Japonya ile hiç diplomatik ilişki kuramadı ancak Almanya’nın, topraklarında günden güne artan bir nüfus edinmesine de direnmeyecekti.İmparatorluğu fiziki olarak parçalamak isteyen İngiltere, Fransa ve Rusya karşısında tarihinin son sayfaları yazılan Osmanlı İmparatorluğunun paniğe kapılması ve kapılarını Almanya’ya açması kaçınılmaz görünüyordu.

Almanya’nın Osmanlı üzerinde ekonomik amacı

Alman ticaret sermayesi ve yatırımları örgütlü olarak Osmanlı ülkelerinde faaliyete geçebilmek için büyük demir yolu yatırımlarına, gemicilik faaliyetinin gelişmesini ve Alman bankacılığının ciddi desteğini bekliyorlardı.Alman ticari denizcilik ve demir yolu taşımacılığındaki yenilikler ve teknik ehliyet dolayısıyla Alman sanayi ürünleri bir müddet sonra Osmanlı pazarlarını istila etmekte gecikmeyeceklerdir.26 Ağustos 1890’da Alman İmparatorluğu ile Osmanlı İmparatorluğu arasında imzalanan ticaret antlaşması, Almanya lehine imtiyazlar bahşediyordu.Antlaşmaya göre, Almanya ve Osmanlı tüccarı “en imtiyazlı tüccar” statüsünde idi; ama uygulamada bundan yararlanan hep Almanlar olmuştur.

Almanya’nın Türkiye’ye nüfuz edişi; orduda ve mülki teşkilatlardaki ıslahata yardım edecek heyetler ve Bağdat demir yolu sayesinde oldu denebilir.Bu gümrük indirimi, silah ticaretini, teknik malzemenin girişini geliştirmiştir. Ancak Almanya’nın bütün dünyadaki siyasi yayılmasının nedenlerinin biride ucuz, bol (düşük kaliteli) mal üretimi ve İngiltere ve Fransa’ya göre geç kalarak gerçekleştirebildiği sanayini modern ve elverişli yöntemlerle kurmasıdır. Avusturya-Macaristan ekonomisiyle giderek bütünleştirdikten sonra Almanya’nın Osmanlı pazarına girişi kolaylaştı. Zaten bu vakte kadar da Alman sanayi ürünleri Osmanlı ülkesine hep Avusturya etiketi altında giriyordu.Bu, Balkanları aşan demiryolu sayesinde oluyordu ve denizcilikte geri kalan bu iki ülkenin demiryolu sistemine önem vermelerinin nedeni buydu.Bağdat’a kadar uzanacak bir demiryolu, hakir Osmanlı topraklarının zengin bir pazar ve hammadde kaynağı haline getirecekti.1880’lerde Almanya ve Avusturya-Macaristan’ın Osmanlı dış ticaretindeki payı %18 iken, 1909’da bu pay %42’ye yükselmiştir.19. yüzyıl boyu ulaşımın pahalılığı yüzünden Alman malları Osmanlı pazarlarında makbul değilken 1880’lerden sonra durum değişti ve taşıma ücretlerindeki önemli düşüş Almanya ile ticareti hızlandırdı.Alman deniz ticareti de artıyordu.

Osmanlı coğrafyasında Avrupa sanayi hamlesi

1840’lardan sonra Batı Avrupa’nın pazar ilişkilerine giren Osmanlı İmparatorluğunda ki madenler ve mono kültürel tarımdan elde edilen ürünleri ele geçirmek hatta tütün, yün gibi tarım ve hayvancılık ürünlerini kısmen yerinde işleyip Batı Avrupa’ya aktarmak sorunu vardı.Bu nedenle yeni kolonist devletler demiryolu, liman gibi altyapısal yatırımlar yanında bazı dallarda küçük bir sanayide kurdular.Ancak yarı sömürgeleşme hayat tarzı içerisinde imparatorluğun temel sanayisini kurma girişimi baltalandığı gibi ulaşım ağıda, rasyonel ve kendi içinde tamamlayıcı bir sistem halinde kurulamadı.1880’lerden itibaren Osmanlı İmparatorluğu, büyük sanayi devletleri arasında şiddetli bir rekabet alanı oldu.İngiltere; Mısır ve Hindistan gibi sömürgelerine çekilirken, Fransa ve Almanya demiryolu ve bankacılık alanında çekişmeye girdiler.Kendi devletinin desteğini arkasına alamayan yabancı sermayedarlar bu kavgada yenilecektir.Almanya ise tebaasının Yakındoğu’da ki girişimlerini sadece bürokrasi ile değil, örgütlendirilmiş yığınlarla da destekliyordu.1881-1914 yılları arasında gerek Osmanlı borçlarındaki hisseleri ve gerekse doğrudan yatırımları itibariyle Osmanlı İmparatorluğunda Fransız, Alman ve Belçika sermayesi artış göstermektedir.Gerek Almanya ve gerekse Fransa’nın yatırımları 1880’lerden sonra artacaktır.1890’larda Osmanlı İmparatorluğundaki toplam yabancı sermaye en başta Osmanlı borçlarında sonra demiryolları ve bankacılık sektöründe toplanmıştı. Toplam doğrudan yabancı yatırımların %41’i demiryolları, %23,5’i bankacılık ve ancak %10’u sanayi alnında gerçekleşmişti.Bu dönemde sermaye ihraç eden koloniyalist ülkeler bütün dünyada en çok demiryollarına para yatırıyordu.Alman yatırımları en büyük yayılma ve artış hızını götürmesine rağmen, Fransa halen en büyük yatırımcı idi.

Almanların Osmanlı sempatisi

Almanya, Osmanlı İmparatorluğuna nüfuz ederken İslamcı ideolojiye de sempatik görünme gayretindeydi. Gerçekte İslamcılık’ta Almanya’yı Avrupalılar arasındaki yandaşı olarak görmüştü.Almanya’nın doğu ile uğraşan bilgin ve tacirleri, yoğun olarak propaganda broşürleri yazma faaliyetinde idiler.Bu gruplar; Osmanlı İmparatorluğunun İslam Birliğini sağlayıp başı çekeceğinden ve Almanya ile birleşerek İngiltere ve Fransa’yı saf dışı edip, bu zenginlik dolu ülkelerden Alman iktisadının yararlanacağını yayıyorlardı.Bu tür yayınlar özellikle II. Meşrutiyetten sonra artan Alman nüfuzunun ideolojik platformunu oluşturmak amacıyla, Türkiye de çevrilmiş ve hatta bazı Alman hayranı tarafından benzerleri yazılmıştır.Almanya’nın zorunlu bir seçenek olduğu kanaati herkesten önce Sultan II. Abdülhamid’te vardı. Sultanın Alman ittifakı ve Almanya’nın iktisadi etkisine karşı huzursuz ve davetkar bir eğilimi vardı.Ancak II. Abdülhamid, Avrupa uyumu ve barışçı politika içinde bu birliğe taraftardı.Osmanlılar, Avrupa dengesinde uyumu bozmayan bir Almanya’nın yanında yer almalıydılar.

Abdülhamit döneminde Osmanlı-Alman ilişkileri

Almanya bu uygun ideolojik ortamın yardımıyla Osmanlı İmparatorluğuna nüfuz edebileceği iki alan buldu. Orduda ve sivil yönetimdeki ıslahat ve demiryolu yapımı…Bu alanda giriştiği taahhütler; silah ticaretini, bankacılığı, maden imtiyazları elde etmeyi ve nihayet kanalizasyon faaliyetini birlikte getirecektir.II. Abdülhamid döneminde Osmanlı ordusunun reform sorunları ön planda öne alınmakla birlikte yönetim örgütünün bütün dallarında bir reforma girişilmesi kaçınılmaz bir gereklilikti.II. Abdülhamid gümrüklerde maliyede ve en önemlisi poliste yapacağı düzenlemeler için gerekli uzmanları Almanya’dan sağlamıştır.Padişah merkezli idarede, maliyede, orduda, poliste, adliyede ve taşra yönetiminde köklü düzenlemeleri yapmak için İngiliz ve Fransız yardımını denemiş ve faydasız gördüğünden savaş gücünü, kalkınmasını ve otoriter yapısını takdir ettiği Almanya’dan danışman ve uzman istemek fikrine, saltanatının ilk günlerinden beri dört elle sarılmış ve gerçekleştirmeye girişmiştir.Özellikle Fransız-Alman savaşındaki Alman galibiyeti padişahtan önce de askeri-sivil bürokrasi de Almanya’ya karşı bir eğilim yaratmıştı.1880’lerden itibaren iki taraf arasında yapılan bir sözleşme ile Osmanlı hükümeti, Osmanlı üniforması ve rütbesi taşıyacak ve bazı asker ve sivil uzmanları kadrosuna alacak, ancak bunlara farklı ve yüksek ücretler veriyordu.Üstelik maaşlar Osmanlı bankası tarafından muntazaman ödenecekti.

Osmanlı ordusunda Alman subaylar

14 Temmuz 1880 antlaşmasına göre; bu uzmanlar üç yıl süre ile istihdam edilecekti.Uzman subayları ve memurlara 20.000 frank.Yıllık maaş ödemesi yapılacak, gümrük müdürüne 40.000 frank ödenecekti.Harbiye mektebi’ne öğretmen olacak subaylarda bu statüde idi.Bu memur ve subayların, Osmanlı memuru olarak hizmet görmesine rağmen Almanya’daki memuriyet görev ve unvanlarının da değişmeden devam edeceği, sadece bu müddet zarfında ödemelerin Osmanlı hükümeti tarafından yapılacağı öngörülüyordu.Görevleri olarak gelenler vatanlarındaki memuriyet ve görevlerinin ve özlük haklarının aynen muhafazasına büyük önem veriyorlardı. Gelenler bir yerde ülkelerinde tatmin olmayan ve Roma’da ikinci olmaktan bıkıp, bu ülkede birinci olmak isteyen kimselerdi.Kimisini maaşların dolgun oluşu bu işte itiyordu.1890’lardan itibaren Almanya’dan tıp profesörleri getirildi.Bu tarihten sonra Mekteb-i Tıbbiye’nin modernleştirilmesi için, Alman öğretmenlerden yararlanılması düşünüldü ise de Türkiye’de, Fransız tıp öğretmenleri ve usulü 1930’lardaki üniversite ıslahatına kadar devam etmiştir.Alman tıbbının Türkiye’deki etkisi Haydarpaşa Hastanesi’nin kurulmasıyla başladı.Almanya’dan gelen uzmanlar kendilerini işsiz ve karanlık bir ülkeye aydınlığı getirenler olarak görüyorlardı.

Alman kültürü ve Osmanlı

Türkiye, Almanya’nın iktisadi, siyasi ve askeri nüfuz alanına girdi, ama gerçek Alman kültürünü değil, yüzeydeki Alman kültürünü, daha doğrusu Alman propagandasını tanıdı.Gerçekte Alman nüfuzunun artmasıyla Türkiye’ye; Kant, Schelling, Hegel, Feurbach ve Marx’la gelişen klasik Alman felsefesi, Alman edebiyatı, tekniği ve doğa bilimleri gelmedi.Alman kültürü, Türkiye’ye sadece; arkeolojik zenginlikleri yağmalayacak kazılar, Beyoğlu’ndaki Viyana operetleri, Almanca eserlerin Fransızca üzerinden eksik ve yanlış çevrileri ve büyük ölçüde de Alman Militarizmini ve hayranlık duyguları olarak geldi.Bu dönemde 1890’lı yıllarda Truva kazılarını yapan Alman arkeolog Schliemann’ın karısı Sophia, kara çarşaf giyerek gümrükten üzeri aranamadığı için Truva Hazinesi’ni kaçırırken, Alman hükümeti özel izinle 1900-1912 yılları arasında Bergama Zeus Tapınağı’nda kazılar yapan arkeolog Dörpfeld aracılığıyla Bergama’daki Zeus Tapınağı’nı sökerek Berline götürmüştür.Bergama yöresinde yol inşaatını yöneten Alman Mühendis Carl Humann çalışmaları sırasında bu sunak ile ilgili bazı frizlere ve kalıntılara rastlamış ve daha sonra Zeus sunağı özel izinle olduğu gibi Berlin’e taşınmıştır.Bugün sunağın yerinde temelleri yer almaktadır.

Osmanlı- Alman ilişkilerinde yeni dönem

Berlin kongresinden sonra ortaya çıkan panik havasına kadar Osmanlı ordusunda modern İngiliz, Fransız ve Prusya sistemleri geleneksel Osmanlı sistemiyle bir arada yaşamıştır.Bu tarihten sonra Osmanlı ordusu, artık Alman Genel Kurmayı’nın stratejisine, onun tayin ettiği subaylara ve Alman endüstrisinin silahlarına bağlanıp gittikçe Alman askeri sistemiyle bütünleşen bir ordu olmaya başladı.1877-1878 Osmanlı-Rus savaşı (93 harbi) Türkiye’de bir anlamda yeni bir dönem başlattı.Osmanlı devleti yaşama şansını yapacağı askeri reformlara bağlamıştı.1880 Temmuz’un da padişah, Berlin’e gönderdiği bir listede istenen askerler ve sivil memurlar, özel bir sözleşme ile Osmanlı hizmetine girdiler.Genelkurmay başkanı Helmuth Von Moltke, Türkiye’de geçmişte ki kendi tecrübelerine dayanarak; “subayların Alman ordusu ile ilişkilerini kesmemelerini, bu sayede en iyi uzmanların gönderilebileceğine ve bunun da Osmanlı ordusundan çok Alman ordusunun işine yarayacağını belirtmiş, Osmanlı üniforması giyseler de, Alman subayı olarak İstanbul’a gönderileceklerinin, Almanya büyükelçiliğine bağlı olarak faaliyetlerini sürdürmelerini istemişti.11 Nisan 1882’de dört subayın gönderilmesi için izin çıktı.Bu gelen dört subay Albay rütbesine yükseltildi.Koehler adındaki subay, gelişinden üç yıl sonra öldü.Ölümüne kadar Alman silah fabrikalarına Osmanlı ordusu tarafında ilk yüklü siparişleri verdirmek için didindi durdu.Zamanla Osmanlı ordusu, Alman silah fabrikatörlerin en iyi müşterisi olacaktır.Almanya’dan silah ithalatı özellikle Vonder Gotz’ün gelişinden sonra daha da artacaktır.

Alman subaylarına Osmanlı ordusunda ayrıcalık

Alman subaylarının ıslahat için verdikleri önergeler de pek uygulanmıyordu.Bunun sebebi ise öne sürülen projeler oldukça masraflıydı.Bir müddet sonra dişe dokunur bir çalışma yapamayacaklarını anlayan Almanlar, maaş ve rütbe derdine düştüler ve Vonder Gotz’ün yaptığı gibi, Osmanlı askeri sırlarından elde ettiklerini, ordunun durumunu ve politik hayatını günü gününe Alman harbiye ve hariciye nazırlarına rapor etmekle yetindiler, maaşlarını arttırma derdine düştüler.Padişah, Almanlarla dostluğunu devam ettirmek ve dışa karşı bir görünüm vermek için pekte bir şey beceremeyen bu subayları elinde tutmak istiyordu.

Sultan Abdülhamit reform için Alman subaylarını çağırırken, bir yandan da Osmanlı ordusundan bazı subayları eğitim için Alman Ordusuna göndermek niyetinde idi.1882′de on Türk subayı ihtisas için Almanya’ya gönderildi.Bunlar zamanla Türk ordusunda ki Alman subayların yerlerini aldılar.Bu Türk subaylarının seçiminde askerlik yeteneklerinden ziyade, Alman hayranı olmaları dikkate alınmıştır.Çünkü Vonder Gotz, Ekim 1889’da Almanya’ya yazdığı raporunda bunu belirtiyordu.

Diğer taraftan Alman ordusunda eğitim almak için subay gönderme işi, Türk ordusunda başlayan Almanlaşma yönünde uygun bir gelişme idi.Ancak Almanya’ya gönderilen subayların seçimi konusunda titiz olunmaması ve Almanya’da subaylara eğitimden ziyade Alman ordusunun büyüklüğünün gösterilmesiyle sınırlı tutulması bu uygulamanın menfi netice vermesine yol açmıştır.Nitekim II. Abdülhamit bile Almanya’ya gönderilen subayların, mesleki eğitim görmeleri yerine, genellikle eğlence ile vakit geçirip sonrada yurda döndüklerinde kendini beğenmişlik yapıp arkadaşlarına ve üstlerine dahi yukarıdan baktıklarını üzüntü ile dile getirmektedir.1908 yılında II. Meşrutiyetin ilanından sonra da Almanya ile askeri alandaki ilişkilere devam edilmiştir.Nitekim 1909-1910 yılları arasında Almanya’ya kurmay öğrenimini ve ihtisası yapmak üzere genç Osmanlı subayları gönderilmiştir.Bunlar I. Dünya Savaşı ve İstiklâl Savaşın da önemli mevkilerde bulunmuş subaylardı.

1912 Balkan savaşının sonucundan sonra, orduda Alman nüfusu arttırıldı.İmparatorluk I. Dünya savaşına Almanya komutasında girdi denilebilir.Savaş öncesi dönemde ve savaş içinde Alman askeri uzmanları artık fiili komutanlar olmuşlardı.Kendilerine hayran olan Osmanlı komuta kademelerine karşı, son derece amirane bir tutum içinde idiler.Alman subaylarının uygunsuz hareketleri görmezlikten geliniyordu.1910’lar da Osmanlı Türkiye’sin de, orduda olduğu kadar sivil hayatta da yeni bir moda olan Alman hayranlığı vardı.Bu hayranlık I. Dünya savaşı sonunda Osmanlı İmparatorluğu ile birlikte tarihe gömüldü.

Şark meselesi ve Almanya

Almanların 1871 yılında Prusya liderliğinde Fransızları mağlûp ederek Alman birliğini sağlamasından sonra izlediği politika Fransızları kendilerinden intikam almalarını önlemek olmuştur.Bu sıralarda büyük devletler “Şark Meselesi” olarak adlandırılan Osmanlı toprakları üzerindeki ihtiras ve çıkarları hususunda mücadele etmekteydiler. Bismarck önderliğindeki Almanya mevcut dengeyi bozmamak için bu mücadeleye girmek taraftarı değildi.

Almanya’nın Osmanlı’ya karşı kayıtsız politikası 1888 yılında II. Wilhelm’in imparator olmasıyla değişmiştir. II. Wilhelm, Bismarck’ın dengeleri bozmamak için dikkatlice sürdürdüğü politikadan vazgeçerek sanayileşmesini tamamlamış bir devlet olarak emperyalist amaçlarla yayılmacı bir politika izlemeye başlamıştır.Böyle bir politika ile giden Wilhelm’in, Osmanlı devleti ile ilişkilerini geliştirmesinde şunlar etkili olmuştur;

Osmanlı Almanlar için geniş pazar oluyor

1. Osmanlı toprakları Alman ihraç sanayi ürünleri için geniş bir pazar niteliğindeydi.

2. Anadolu, bir yandan Alman dokuma sanayisinin en önemli hammaddesi olan pamuğa, diğer yandan gıda maddelerine ve tahıla olan ihtiyacını karşılayacak kapasitede idi.

3. İmparatorluk topraklarının bakır, krom, kurşun ve petrol gibi maden yatakları Alman endüstrisinin ihtiyaçlarını karşılayacak kapasitede idi.

4. Stratejik bir konumda olan Osmanlı toprakları ile Almanya arasında karayolu bağlantısı kurulmasıyla hem İngiltere’nin deniz ablukası ortadan kaldırılıyor, hem de Almanya’nın Rusya ve İngiliz sömürgelerini kolayca vurmasını sağlıyordu.

5. Türkiye’ye gönderilen Alman askeri uzmanları sayesinde Alman sanayiciler, demiryolları ve silah bağlantılarına dayanarak, Türkiye’deki önemli noktaları denetim altında bulundurabilirlerdi.

6. Zayıf ve yıkılmakta olan bir imparatorluk konumunda olan Osmanlı İmparatorluğu, Alman yardımı ve etkisi sayesinde kısa sürede ele geçirilebilirdi.

İngiltere Kıbrıs’ı nasıl işgal etti?

Bu sırada Osmanlı devleti ise 1877-1878 Osmanlı-Rus savaşında (93 Harbi) kaybetmenin verdiği maddi ve manevi kayıpları telafi etme sıkıntısı içinde idi.Daha önce dış politikada Osmanlı devletinin dayanağı olan İngiltere’nin, 1878 Berlin konferansında takındığı Osmanlı aleyhtarı tavır ve bunun akabinde Kıbrıs’ı, antlaşmaya göre geçici olarak işgal etmesi Osmanlı devletini yalnız bıraktığı gibi, 1881 yılında kurulan Duyyun-u Umumiye ile de Osmanlı ekonomik kaynakları tamamen alacaklı dış ülkeler ve bankerlerin kontrolüne bırakılmıştır.Bu ortamda II. Abdülhamid’in büyük devletlere karşı hiç güveni kalmamıştı.Osmanlı Devleti’nin Almanya’dan ordusunu eğitmek amacıyla subay talep etmesi de bu döneme rastlamaktadır.Almanya’ya tahsil ve staj için talebeler gönderilmiş, karşılığında da Osmanlı ordusunu eğitmek için çeşitli heyetler gelmiştir.

Bu siyasi ortamda Almanların ekonomik gelişimi de göz kamaştırıcı olmuştur.19. yüzyıl sonlarına doğru hızla Orta Avrupa’nın atölyesi haline gelmiş ve ürettikleri için pazara, üretim için hammaddeye ve işçisini besleyeceği gıdaya ihtiyaç duyuyordu.1890’larda Alman yatırımları Latin Amerika, ABD, Afrika, Asya ve Anadolu’ya yayılmıştı. Almanya’nın Türkiye ile olan ticareti de büyük ölçüde artmaya başlamıştı.

Almanlar Osmanlı’nın toğrak bütünlüğüne saygılı

19. yüzyıl sonunda bazı Alman şirketleri Osmanlı devletin de yatırıma teşebbüs etmiştir.Fakat madencilik ve ulaştırma alanında var olan imkanlar zaten İngiliz ve Fransız şirketleri tarafından paylaşılmıştı.Almanların, bunlardan arta kalan imkanları değerlendirmesi gerekiyordu.Anadolu ve özellikle Mezopotamya’nın zenginlikleri Almanların ilgisini çekmekte idi.Ancak buraya kadar uzanabilmek için temel bir yatırımın yapılması gerekiyordu.İşte Anadolu-Bağdat-Basra Demiryolu Projesi böylece tarih sahnesine çıkmıştır.II. Abdülhamid’in de Osmanlı topraklarında gözleri olmadığına inandığı Almanlar’a sıcak bakması dolayısıyla söz konusu imtiyaz anlaşmalarının yapılması zor olmamıştır.

Almanya’nın, Bağdat Demiryolu Projesinin İngiliz çıkar alnına girmesi ile durum çıkmaza girmiştir.Yapılan tüm görüşmeler ve müzakerelere rağmen bu konuda mütakabat ancak I. Dünya Savaşı’nın arifesinde sağlanmışsa da savaşın çıkmasıyla da artık bu çabalar tüm anlamını yitirmiştir.Aslında bu demiryolu, üzerindeki spekülasyonlar ve çıkar çatışmaları dolayısıyla da savaşın çıkmasına katkıda bulunmuştur.Savaş sonrasında ise Almanlar ve bağlaşıklarının kaybetmeleriyle o zamana kadar inşa edilen bölümler, İtilaf Devletlerinin eline geçmiş, sonra da bölgede bağımsızlıklarını kazanan devletlerin kontrolüne bırakılmıştır.Böylece Osmanlı-Alman dostluğu, Osmanlı’da ki Alman hayranlığı ve Alman nüfuzu, I. Dünya Savaşının sonunda Osmanlı Devleti ile birlikte tarihe gömülmüştür.

Berlin – Bağdat (Hicaz ) demiryolu projesi

19. yüzyıl sonlarında Osmanlı Devleti’nin zenginliklerinden faydalanmak isteyen irili ufaklı Alman şirketleri faaliyetlerde bulunmaya başlamıştı.Bunun yanında Fransa ve İngiltere şirketleri o dönemde ulaştırma alanında varolan olanakları paylaşmışlardı.Bu olanaklar içersinde doğan sömürge yarışı birinci bölümde söz ettiğimiz gibi Alman yatırımcılarının ilgisini Anadolu ve Mezopotamya üzerine çekmesine neden oldu.Ancak burarlara kadar uzanabilmek için temel bir yatırımın yapılması gerekiyordu ve Bağdat-Basra’ya kadar uzanacak demiryolu projesi böylece tarih sahnesine çıktı.

Almanya sıcak denizlere inme hayalini Osmanlı devleti sınırlarından geçireceği demiryolu ile planlıyordu. Almanya’da ileri gelen devlet adamları, politikacılar, irili ufaklı şirket sahipleri bunun Almanya’nın bir kurtuluş ışığı konusunda birleşiyorlardı.Çünkü o günün teknik kuruluşları, Almanya’da yer almasından dolayı bu projenin gerçekleşmesi için bir sorun yoktu.Fakat, Alman sermayesi Anadolu demiryollarına, Anadolu içlerine doğru yeni demiryolu imtiyazı verilmesi özellikle Fransızları harekete geçirdi.İzmit-Ankara Demiryolu imtiyazının, 1888 Ekim’in de Alfred Kovlla’ya verilmesi ve Almanya’nın hattı Ankara’ya doğru hızlı ilerletmesi aynı yıllarda Fransızların da Suriye-Lübnan’da bir sıra hızla bir demiryolu ağı örmelerine neden oldu.Fransa böyle hızlı bir şekilde demiryolu yapımına başlamasına karşın Osmanlı devletinin Almanya’dan beklentisi çoktu.Çünkü Alman demiryolculuğu nispeten modern bir örgütlenme ve çalışma tekniğine sahipti.

Osmanlı Demiryolu projesinde Avrupa rekabeti

19. yüzyıl sonlarında Osmanlı İmparatorluğunda demiryolu çalışmaları hız kazanmıştı.Fransız ve İngiliz sermayeleri Ege ve Rumeli de önemli hatlar inşa etmişlerdi.Diğer yandan Asya vilayetlerine döşenecek hatlar yabancı yatırımcıların ilgisini çekmeye başladı.1868-1872 yıllarında Bağdat Valiliği yapan Mithat Paşa, Anadolu’dan bu vilayetlere kadar döşenecek demiryolu için istekli kişilerin başında gelmekte idi.Ancak 1875 yılında devlet girişimciliği ile demiryolu yapımında uğranılan kesin başarısızlık bu konuda yabancı sermayenin şart olduğunu göstermişti.Abdülhamid’te “büyük devletler arasında demiryolu inşaatı için en fazla Almanya’ya itaat edebiliriz.Çünkü onun için ehemmiyetli olan işin sadece iktisadi ve mali cephesidir.” diyordu.Yine II. Abdülhamid’e göre “Almanya söz konusu uzun demiryollarını inşa etmekle ekonomik yönden Osmanlı İmparatorluğuna sıkı bir suretle bağlanacak ve bu İmparatorluğun devamı hususunda Türkiye’ye siyasi buhranlarında olsun yardım etmeye mecbur kalacaktı.Bundan başka bu demiryolları, Osmanlı ordusu hızla seferberlik yapmasına ve büyük kuvvetlerin bir yerden gerekli yere kolaylıkla taşınmasına imkan sağlayacaktı.”Ayrıca padişah, demiryollarının geçtiği bölgelerde halkı refah seviyesinin artacağını, ziraat ürünlerinin kolayca taşınması sayesinde bölgelerinin ekonomik düzeylerinin yükseleceğini düşünmekte idi.Görüldüğü gibi demiryolları projesi ortaya atıldığı zaman ekonomik çıkarlar ön planda tutulmuştur.Bu Anadolu demiryolu hattı, padişahın değindiği gibi ekonomiyi canlandırmak ve Alman dostluğunu kazanmak amacı ile Almanya’ya verilmesi düşünüldü.

Anadolu demiryolu hattında Almanlar’a imtiyaz

Almanlara verilmesi düşünülen Anadolu demiryolu imtiyazı taraftar ve karşıt görüşlerin ortaya çıkmasına ve imparatorluğun resmi çevrelerinde tatlı rüyalar görülmesine neden olmuştur.Ferik Necip Mehmet Paşanın Anadolu demiryollarının inşasına dair verdiği bir lahiyada ne Alman girişimcilerin nede bir başkasının hayalinde bile olmayan bir demiryolu ağından söz ediliyor.Burada;zBursa-İnegöl-Kütahya-Afyonkarahisar-Konya-Ereğli-Külek Boğazı’nı geçerek Adana-İskenderun-Yumurtalık, Konya-Isparta-Burdur-Antalya, Ereğli-Niğde-Kayseri-Sivas-Zağra-Erzincan-Malmahatun-Erzurum, Adana-Maraş-Ayıntav-Birecik-Diyarbekir-Bitlis-Erzurum, Amasya-Tokat-Erzurum demiryolu şubelerinden söz edilmektedir.Anadolu demiryolu hattı üzerinde Almanya’nın yanında Fransa ve İngiltere de istekli davranmasına karşın 24 Eylül 1888’de çıkan bir irade ile Anadolu demiryollarının inşa ve işletme imtiyazı Alfred Kaulla’ya verildi.Alman işbirliği ile kurulan Anadolu demiryolu şirketine ilkin 1888’de Haydarpaşa-Ankara arasında demiryolu imtiyazı verildi.

Eskişehir-Konya hattının tamamlanması ile birlikte Alman yatırımcılar Anadolu içlerine kadar uzattıkları hatlar için kendilerine kilometre garantisi olarak gösterilen bazı vilayetlerin aşar gelirini Duyyun-u Umumiye sayesinde derhal toplanıp teslim edileceğinden emin olduklarından bu işe girmişler ve emin oldukları gibi gelirler aynen teslim edilmiştir.

Almanlar’a verilen demiryolu imtiyaından Avrupa rahatsız

Almanlara verilen imtiyazlar Osmanlı İmparatorluğu’nun hayat alanlarına göz diken diğer güçleri de yeniden harekete geçirdi.Özellikle Fransa mevcut demiryolu yatırımlarını genişletmek isteğinde idi ve yeni imtiyazlar talep etti.Anadolu demiryolları kumpanyasına yolu için Konya’dan gerekli eğitim verilince Fransızlar da adeta bu yolun tazminatı olarak Ege’de, Kasaba demiryolunu Afyona kadar uzatmak ve Suriye’de de Şam-Humus-Halep hattını inşa için gereken imtiyazı aldılar.

Bu imtiyaz mücadelesi ardından yeniden Abdülhamid Konya hattının Bağdat’a kadar uzatılması meselesini gündeme getirtti.Padişah bu hattın gerçekleşmesi için Anadolu demiryolu şirketini çalışmalara başlaması için ikna etmeye çalışıyordu.Buna rağmen Almanların, padişahtan yeni imtiyazlar koparmalarını önlemek için olağanüstü cazip teklifler geliyordu.Bunların arasında en etkileyici olanı demiryolunu Konya’dan, Bağdat’a kadar kilometre güvencesiz inşa etmeyi öneren Fransız teklifiydi.Deutsche Bank ise projeye temkinli yaklaşıyordu.Henüz Haydarpaşa-Ankara hattının gelirlerinden bir yükselme yokken ve Eskişehir-Konya hattı işletme masraflarını bile karşılayamazken yeni bir demiryolu yapımına başlayamayacağı görüşünü savunuyordu.Bu sırada 1897 yılında Türk-Yunan savaşının yaşanması Almanları, Osmanlı bütünlüğünü korumak için harekete geçirdi.Böylece Osmanlı İmparatorluğunun Almanlara güveni artmış oldu.

Demiryolu projesinde mesafeler

Uzunluk  Yapım Tarihi        Şirket

  • ·           Konya-Ulukışla-Karapınar     291 km       1904-1912        Deutsche Bank
  • ·           Durak-Mamure                              115 km       1904-1912         Deutsche Bank
  • ·           Toprakkale-İskenderun            59 km          ———                 Deutsche Bank
  • ·           İslahiye-Resulayn                         453 km        1911-1914         Deutsche Bank
  • ·           Bağdat-Samarre                            119 km        1912-1914          Deutsche Bank

Ünlü Bağdat projesi 1912-1914 yılları arasında yapılan Bağdat-Samarre hattı ile son bulmuştur.Bu birbirinden kopuk hatlar Osmanlı İmparatorluğunun zenginliklerinin yağmalanmasından öteye gitmemiştir.

Bu tür bir demiryolu ağının başka ulaşım araçlarının da ortaya çıktığı dönemde ne kadar olumsuz sonuçlar doğuracağı açıktır.Motorlu araçların kullanılmasıyla ne Irak ne Suriye ve ne de Türkiye’de demiryolları, motorlu taşımacılık ile rekabet edemedi.Bağdat hattının en başarılı kesimi sayılan Haydarpaşa-Ankara hattının bugünkü durumu Almanların demiryolculukta bıraktıkları tarihin mirası niteliğini gösterir.

Almanların bu mirası I. Dünya savaşından sonra kesin niteliğini kazanmıştır.Mondros Mütarekesi ve Sevr Antlaşmasıyla Almanlara ait tüm demir yolları İtilaf devletlerine teslim edildi.Kurtuluş savaşından sonra ise 1928 yılında Anadolu demiryolları satın alınarak devletleştirildi.Bağdat yollarının yapılmayan kısımları 1940 yılında yapılmıştır.

Birinci dünya savaşında Osmanlı-Alman ittifakı

I.Dünya Savaşı Osmanlı İmparatorluğu’nun istemeden de olsa girdiği büyük bir savaştır.İtilaf Devletlerini oluşturan İngiltere, Rusya gibi ülkelerle Almanya’nın, sanayi devrimi sonrası hızlanan büyüme ve kaynak bulma arayışının bir sonucu olan bu savaşta tüm gözler Osmanlı’nın üzerine dikilmiş, paylaşılma ümidiyle hayaller kurulmuştur.Çok kötü bir ekonomi ve henüz yeni çıktığı Balkan savaşının verdiği yorgunlukla acz içinde yönetilen ülkenin kendini bu savaşın içinde bulması çok da zor olmadı.

1914′lü yıllarda Osmanlı, Avrupalıların deyimiyle Doğu’nun “Hasta Adamı” yorgun ve halsizdi.1. Dünya Savaşı ‘na girecek durumda değildi.Genç Türkler iktidara geldiği 5 yıl içinde büyük toprak kayıplarına uğramıştı.Örneğin; Bulgaristan bağımsızlaşmış, Selanik, Girit, Ege Adaları Yunanistan’a kaptırılmıştı.İtalya Trablusgarb’ı ve Oniki Ada ‘yı ele geçirmiş; İngiltere Mısır üzerine protektora ilanının ardından Kıbrıs ‘ı ilhak etmişti.1911 Trablusgarp Savaşı ve 1913 Balkan muharebeleri yenilgileri Osmanlı’nın adeta belini bükmüş ve kendisine gelmesi çok zor olan bir süreç içerisine girmesine neden olmuştur.Daha yeni çıktığı Balkan Savaşı’ın yaralarını saracak zaman bile bulamamıştı.En değerli ordularını bozgunda kaybetmiş; kucak dolusu paralar ödenerek dışarıdan satın alınmış silah, top, cephane ne varsa onlarda Ekim ve Kasım ayının çamurlu, yolsuz Rumeli topraklarında düşmana terkedilmişti.Bir yıl öncesinden beri Alman askeri, Türk ordusunda geniş ıslahat yapmış fakat Balkanlar’da ki yenilgiler büyük zarar getirmişti.Bir çok bölgelerde, asker aylardan beri maaşını alamamış, orduda moral kalmamıştı.Donanma mutsuz ve demode bir haldeydi.Çanakkale ‘deki Garnizon perişandı.Silahları ise çağdışı idi. Koca imparatorluk çağın, sanayi devriminin, bilim ve teknolojinin çok gerilerinde kalmış, zengin Avrupalıların kapitülasyon denen ekonomik ve mali boyunduruğu altında ezikti.Ülkede ne sanayi denebilecek bir tesis, ne de tam anlamıyla yapılan bir tarım vardı.Gaz yağından iğnesine, silahından mermisine her şey için dışa bağımlı olan memlekete ne düzgün bir yol, ne bir liman, ne de fabrika vardı.İhmale uğramış, insanları fakir ve okutulmamış, devlet yönetimi çürümüş hazinesi tamtakır olmuştu.

Siyasal durum ise tam bir karmaşa idi.İttihat ve Terakki Cemiyeti’ne bağlı olan Genç Türkler, 1909′da padişahı tahtan indirerek pek çok çevrede özellikle aydın çevrede tam bir destek kazanmıştı.Ama 5 yıllık savaş ve iç bunalımlar gereğinden de fazlaydı.İmparatorluğun derme-çatma hükümeti bir başka hükümeti iş başına getirerek kuvvetlenmek, durumu düzeltmek imkanı kaçırmış; Genç Türklerin enerjileri kendi başlarını kurtarmanın umutsuz ve yalın mücadelesinde tükenmişti.Artık ne ilk günlerin parlak sözlerinden, ne demokratik serbest seçimlerden, ne özgürlükten, ne bütün imparatorluğu meydana getiren çeşitli din ve milliyetteki unsurların eşitliğinden, ne de hilal altında birleşmeden bahseden yoktu.”Bağdat ve Kudüs gibi dış eyaletlerde mahalli idareler korkutucu bir durumdaydı.Her an herhangi bir aşiretin bağımsızlığını ilan etmesi mümkündü.” Mali yönden hükümet iflas etmiş: ahlak yönünden eski zorbalık ve irtikap günlerine geri dönülmüştü.Birleşmeden bahseden yoktu.Durum böyle olunca yani istikrarsız politikalar ardı arkasına uygulamaya devam edince, İttihat ve Terakki yönetimi de gittikçe halkın gözünden düşmektedir.Çünkü politik durum tam bir keşmekeşti.İttihat ve Terakki’nin iktidara gelişi ile Sultan Abdülhamit’in tahtan indirilmesi önceleri dünyanın her yerinde olduğu gibi memleket içindeki çıkarcı çevrelerde iyimserlikle karşılanmıştır.Ancak aradan geçen beş yıl zarfında olup bitenler İttihat ve Terakki’yi oldukça sarsmıştır. Jön Türkler’in mücadeleleri politik bir kavga haline gelmiştir.

İttihat ve Terraki  Cemiyeti ve Almanlar

İttihat ve Terakki büyüklerinde ne diplomasi, ne yönetim, ne de genel siyasa bakımından bir iktidar yoktu. Bunu 5 yıl boyunca (1909-1914), imparatorluğu öncekileri çok aşan sonsuz ayaklanmalar içinde bunaldıktan sonra kendi istekleriyle savaşa girmiş; onu alabildiğince kötü yönetmiş, yenilince Almanya’ya kaçmış; orada da rahat durmayıp Anadolu’nun milli mücadelesine binbir güçlük çıkarıp onu baltalamaya çalışmış olmakla göstermişlerdir. Yetenekli oldukları tek yön komitecilikti.Bu gibi kimselerin yerinde gerçek devlet adamları bulunsaydı, Boğazlar kapalı olarak uzun bir süre geçirilebilirdi.Hele savaşa kendimiz değil, 3 düşman devlet başlamış olurdu ki bunun “kıyılanlar” dünyasında önemi büyük olurdu.İngiltere Hükümeti de bundan çekiniyordu.Bu yol tutulacağına Talat, Enver, Cemal takımı İslam alemini ayaklandırmak “Turan’ı kurtarmak” ve buna benzer hayallerle savaşa katılmaya kararlı idiler.

Bu anılan üçlüden en hırslı ve bilinçsizi Enver Paşa idi.Ordu ve donanmayı gitgide daha büyük ölçüde Almanlar’ın eline vermişti ve bunlar Üçlü Anlaşma devletleriyle aramızdaki gerginliği arttırmak ve Osmanlı subayları arasında savaşa katılma isteğini yaratmak ve arttırmak için her ne olanaklı idiyse onu yapıyorlardı.Enver Paşa’nın düşüncesine göre Ruslar, savaş çıkacak olursa Osmanlılar aleyhine genişlemeye kalkışacaklardı.Özellikle hala Ermeni terörizminin ve kışkırtmacılığının sürdürüldüğü Doğu’da bu kesindi.Rusya ise Üçlü Anlaşma içinde olduğundan İngiltere ve Fransa’dan yardım beklemek güç olacaktı.

Rusya Almanlar’dan neden rahatsız

Diğer yandan Almanya’nın Ortadoğu’da toprak sorunu yoktu.”Almanya’nın stratejik çıkarları Ruslar’ın daha fazla ilerlemesini önlemekte yatıyordu.Müttefiki Avusturya uzun süredir Osmanlı topraklarına göz dikmişse de Bosna ve Hersek’i almakla karşısına çıkan azınlık sorunlarını topraklarına yeni İslav toprakları katarak arttırmak istemeyecekti.Enver Paşa’nın düşüncesine göre Alman taraftarı olmak Osmanlı çıkarları arasında çok daha önemliydi.Çünkü eğer Osmanlı, Almanya yanında savaşa katılacak olursa Rusya’nın içinde olduğu itilaf grubu Balkanlar’da ki ilerleyişine bir son verecekti.Ayrıca o günkü şartlar göz önüne alınacak olursa Osmanlı’nın Almanya’dan başka yandaşlara da ihtiyacı vardı.Bunlardan Bulgaristan ile ittifak gayretindeydi.

Şimdi en önemli sorun Almanya ile yapılacak ittifakın şartları ve uygunluğu konusuydu.Almanya ile bağlantılardan sadece Enver Paşa ve Sadrazam Halim Paşa haberdardı.Sultan Mehmet Reşat’ın bu anlaşmadan haberi yoktu.Bu durum padişahlık makamının devre dışı bırakıldığını gösteriyordu.O dönemde iktidarda bulunan İttihat ve Terakki Partisi’nin öncü kadrosu, yapısı itibariyle silik ve sessiz bir kişiliğe sahip 72 yaşındaki ihtiyar padişah Mehmet Reşat’ı görüldüğü üzere bir kenara itmiş; dilediğince iş görmekteydi.Bu da padişahın iktidarının ne kadar zayıfladığının bir göstergesi idi.

Sonunda anlaşma yapılmaya karar verildi. “Anlaşma, Avrupa’da savaş başladıktan sonra 2 Ağustos 1915′de imzalandı.” “Cemal Paşa, anılarında Almanya ile akdin savaştan önce yapıldığını söyler.İttifak muahidesini hazırlayanlar Sadrazam Said Halim, Harbiye Nazırı Enver Paşa, Dahiliye Nazırı Talat ve Meclis-i Mebusan reisi Halil Bey’lerdir.Cemal Paşa henüz Fransız yanlısı olduğu için kendisine haber verilmemiştir.”Anlaşma Alman yanlısı olan kimselerin isteği sonucunda imza edildi.Osmanlı’nın savaşa girmesini ittihatçı üyelerden bir kısmı bazı sebeplerden dolayı istiyordu.İttihatçıların Osmanlı’yı harbe sokmak istemelerindeki sebep, uzun süreceği muhakkak bir dünya badiresi boyunca askeri, idare ve harp hali sayesinde mevkilerini muhafaza etmek ve birde bir ihtimalle Almanya galip geldiği taktirde muzaffer bir ülke nüfuzunu kazanarak iş başında gediklileşmektedirler.

Anlaşma bazı maddeleri içeriyordu.Buna göre 28 Temmuz’da Sırbistan’a savaş ilan eden Avusturya’ya Almanya’nın yardımı Rusya’ya karşı bir savaşa yol açarsa Osmanlılar Mihver devletlerini desteklemek için müdahale edecekti.Almanya’da buna karşılık Osmanlı toprak bütünlüğünün korunmasına yardımcı olacaktı. Anlaşmada Sait Halim Paşa Almanya’dan Ege Adaları ile Batı Trakya’yı istiyor; Yunanistan ile Bulgaristan’a başka yerlerden toprak ödünü verilmesini öneriyordu.

İstanbul’da bu gelişmeler olurken Alman Genel Kurmay Başkanı Moltke Dışişleri’ne gönderdiği yazıda; Türkiye’nin Rusya’ya derhal savaş ilan etmesini ister.Osmanlı Genel Kurmayı savaşın nasıl gelişeceğini hiç beklemeden Almanya’nın yanında yer almak için hazırlıklara başlarken, Alman Genel Kurmay’ı da Çarlık Rusyası’na ve Müslüman İngiliz sömürgelerine harekete geçmek olarak saptamıştı.Alman gemileri Çanakkale Boğazı’na doğru yol alırken Osmanlı hükümeti, İngiltere ve Fransa elçilerine, salt vatan topraklarını korumak amacıyla seferberlik ilan edildiğini söylemiş; Sırp hükümetine de savaşta yansız kalacağını bildirmişti.Yine anlaşmada belirtildiği üzere “Osmanlı-Almanya-Avusturyalılar arasında 8 maddelik bu gizli anlaşmanın 2. maddesi gereğince Rusya’nın, Almanya ve Avusturya ile savaşa girmesi halinde Osmanlı imparatorluğu da müttefiklerinin yanında Rusya’ya karşı savaşa girecekti.Halbuki Rusya ile Almanya ve Osmanlı yönetiminin haberi olmadan Avusturya arasında savaş imzadan bir gün önce başlamıştı.”Bu anlaşma dahilince Osmanlı’nın savaş hazırlıklarını bitirene kadar tarafsızlığını koruması kararına varıldı ve anlaşma bütün dünyadan gizlendi.

Talat paşa ve paşaların tutumu

Osmanlı’nın savaşa girmesini kimi kesim isterken kimileri de hazırlıklı olmadığı gerekçesiyle karşı çıkmışlardır.Bunlardan Cavit Bey savaşa Almanya yanında girmeye karşı çıkanlardandır.Çünkü örneğin mason locasının tutumu, sürekli ilişki içinde bulunan finans çevreleri vb. nin etkisi buna sebeptir.Talat Bey’in ise sezgilerinin uyarısı ile kaderci bir yaklaşımla son çırpınışı ve savaşımı Türk’e yaraşır bir biçimde yapmak açısından savaştan yana olduğunu görüyoruz.Enver Paşa da olaya ne ölçüde “şövalyeci” bir tutumla, geleceğin ünlü serdarı olma rüyaları içinde bakıyorsa, Cemal Paşa da savaşı istemektedir.Bunlardan Sait Halim Paşa ise kırgındır.Çünkü açık bir şekilde istifa edeceğini, sadrazamdan habersiz böyle eylemlere girişilen bir yerde hükümet başkanı olarak kalmanın anlamı olmadığını söyledi.

Fakat Talat Bey ve diğerleri buna bir çözüm bulunacağını söyleyerek istifasını geri aldırmışlardır.Her ne kadar Osmanlı hükümeti yönetimi ve bilhassa savaşa taraftar olmayan Sadrazam Halim Paşa, Maliye Nazırı Cavid Bey ve diğer üyeleri yapılan anlaşmanın savunma amaçlı olduğunu iddia etseler de Almanya’nın hemen ertesi günü Osmanlı’ya savaşa girme zemini hazırlamaya başladığı görülmüştür.

”3 Ağustos’ta da Fransa’ya ve sömürgelerine karşı faaliyet için Akdeniz’de bulunan Goben ve Breslau zırhlılarına hemen İstanbul’a gitmeleri emri verilmiştir.İngiliz’lerin peşinden geldiği gemiler önce İzmir’e 10 Ağustos’ta da Çanakkale’ye gelmişlerdir.Hükümetin bilgisi haricinde Harbiye Nazırı Enver Paşa’nın özel izniyle boğazlardan geçmişlerdir.”Gemilerin boğazlardan geçişleriyle ilgili bazı spekülatif bilgilerde mevcuttur.Örneğin; Talat Paşa anılarında; Goben ve Breslav gemilerinin kasıtlı olarak Osmanlı’yı savaşa sokmak için Çanakkale’ye sığındıklarını kabul etmez.Çünkü “Bu iki gemi önce İtalya limanlarında bulunuyordu.İtalya tarafsız kalıp ta gemilerin karasularını belirli bir süre içerisinde terketmelerini isteyince Goben ve Breslav Akdeniz’e açılmak durumunda kalmışlardır.Cebelitarık ise İngiltere deniz kuvvetleri tarafından kapatılmıştır.Bu sebeple Akdeniz’de gidebilecekleri tek yer Almanya ile yandaş olan Osmanlı karasularıydı.Zaten peşlerindeki İngiliz donanması da onları bu yöne doğru itmekteydi.” şeklinde bilgi verir.Talat ve Cemal Beyler hatıralarında gemileri Enver’in içeriye aldığını yazarlar. Ancak “Alman Sefiri Wangenheim hatıratında bu gemilerin meselesinin ittihatçılarla Almanlar arasında önceden kararlaştırılmış bir mesele” olduğunu yazmaktadır.Hakkında bu nedenli farklı söylemler olmasına karşın var olan bir gerçek var ki o da gemilerin boğazlardan girerek I. Dünya savaşında yerimizi almamızı sağlamalarıdır.Gemilerin Çanakkale Boğazı’na girişlerinin hemen ardından takip eden İngilizler’in 4 saat sonra boğaza geldiği göz önüne alındığında maksadın kısmen yönlendirme olduğu anlaşılmaktadır.Amaç, Osmanlı’nın donanmasının güçlenerek boğazları tek başına Ruslar’a bırakmamalarını sağlamak düşüncesinden de kaynaklanmış olabileceğini söyleyebiliriz.

Gemiler boğazlardan geçtikten sonra İtilaf devletleri yaptıkları tarafsızlık anlaşmalarına göre gemilerin 24 saat zarfında Türk karasularından çıkarılmasını ya da hemen silahlarından arındırılması gerektiğini bildirerek Osmanlı hükümetini protesto etmişlerdir.Hükümet bunun üzerine Halil Menteşe Bey’in teklifi üzerine gemileri satın alma yoluna gitmiştir.

Osmanlı birinci dünya savaşında

Sonunda Osmanlı da savaşa girmişti.Gemiler boğazdan geçtikten sonra mürettebatı başına fesler giyerek sanki Türk donanmasının denizcileriymiş gibi davranışlar yapmaya başlamışlardır.Bunun üzerine Alman Paşası Weber, Çanakkale Boğazı’nı kapattırdı.Bundan Türkler’in de haberi yoktu.Durumdan haberi olanlar yalnızca Enver Paşa ve kabine arkadaşlarıydı.Aynı zamanda bu durum diğer ülkeleri de telaşlandırmıştır.

Rusya’nın ise neredeyse hayat yolu kesilmişti.”Birkaç hafta içinde Karadeniz’den gelen Rus buğdayı yüklü gemiler Haliç’te tutuldu.29 Ekim’de Goben ve Breslav Karadeniz’e açılarak Odessa Sivastopol ve Navrossis’de ki Rus tahkimatını bombardıman ettiler.”Bunun üzerine 30 Ekim’de İngiliz ve Fransızlar da Türkiye’ye karşı harekete geçti.Rus limanları bombardıman edildikten sonra” Rusya fiilen 31 Ekim’de Doğu Beyazıd’ın kuzeyinden sınırı geçmiş, İngiliz’ler de ertesi gün Akabe’yi bombalamışlardır.3 Kasım da Rusya; 5 Kasım da Fransa ve İngiltere Osmanlı’ya savaş ilan etmiştir.Osmanlı’nın karşı savaş ilanı ise 11 Kasım 1914 de yapılmıştır.Padişah V. Mehmet Reşat savaş ilanından 3 gün sonra 14 Kasım 1914 de “Cihad-ı Ekber” ilan etmiştir.”Cihat fetvasındaki amaç İngiltere, Fransa, Rusya, Sırbistan, Karadağ ve müttefikleri hakimiyet ve esaretleri altında bulunan müslümanları bu devletlere karşı ayaklandırmak; bu devletlerin müslüman tebaasından toplayacakları askerleri de Osmanlı devleti ve müttefikleri Almanya, Avusturya ve Macaristan’a karşı harp etmekten vazgeçirmek olarak düşünebiliriz.Fakat sonucu açısından beklenilenin olmadığını söyleyebiliriz.Cihad fetvası istenilen sonucu vermediği gibi tesirsiz de kalmamıştır.İslam dünyasının hemen her yerinde bir heyecan dalgası uyanmış; Hindistan’da, Mısır’da, Trablus’ta, Çin’de, Rusya’da yer yer hadiseler, kıpırdanmalar ve kıyımlar görülmüştür.”İngilizler bu devrede Sultan Hamid’i yıkarken Jön Türkleri göklere çıkarmışlardır; cihat fetvasından sonra ise “Bunların dinsizlerden oluştuğunu, halifeyi esir ettiklerini, kendilerinin onu kurtaracaklarını” ilan edip durmuşlardır.Ayrıca İngilizler, İngiltere devletinin müslümanların hamisi olduğunu ve Müslümanları koruduğunu ifade edip durmuşlardır.Sultan Hamid’in önceleri çok büyük gayretlerle hazırladığı birlik propagandası ondan sonra gelen ittihatçı kafalarıyla çok sarsılmış olmasına rağmen yine de tesirli olmuştur.

Çanakkale savunmasında Alman paşalar

İngiltere Kralı V. George Türkiye’nin savaşa girmesinden bir hafta sonra Rus seferine “Konstantinapol’un sizin olması gerektiği ortada” demişti.Bir yandan da Dışişleri Bakanı, Ruslar’a boğazlar meselesinin Osmanlı İmparatorluğu barış istediği anda uyumlu bir çözüme bağlayacağını vaat ediyordu.1914 Eylül’ü başlarında Donanma I.Lordu Winston Churchill, savaş işleriyle görevli Devlet Bakanı Lord Kitcher ve başta gelen kara ve deniz kuvvetleri danışmanları; yakında Türkiye’ye karşı girişileceği varsaydıkları savaş için bir büyük strateji tartışması yaptılar.Yapılabilecek operasyonlar listenin en başında zaten Kuzey Ege’de toplanmış olan güçlü filonun Çanakkale’yi zorlaması bulunuyordu.15 Ocak 1915′te Londra’daki savaş konseyi sonunda “Hedefi Konstantiopel” olan bir deniz saldırısına karar verdi.Böylece Doğu cephesinde ikmalsiz kalan Rusya’ya yardım için yol açılmış olacaktı.Ama 18 Mart’ta boğaza gelmeye kakışan büyük gemilerin üçte biri batırılınca bu savaşla ilgili tüm kavramlar değişmişti.9 Ocak 1916′da savaş konseyinin kararından hemen hemen 1 yıl sonra İngiliz birlikleri de sessizce Gelibolu Yarımadasını boşalttı.Böylece Gelibolu Osmanlı tarihinin en büyük savunma zaferi olmuştur. Türklerin bu savaştaki kayıpları hiçbir zaman tam saptanamamış olmakla birlikte herhalde saldıran kuvvetlerin kayıplarının iki katı olmalıdır.Tahminen “İngilizler 213.980, Osmanlılar 120.000 ölü ve yaralı” vermişlerdir.

Osmanlılar, Ruslar’a ya da Mısır’a İngilizlere karşı harekata geçmek için cesaret buldular.Ruslar böylece İngilizlerden yardım alamayacaklardı.Bu da Mihver devletlerinin morallerini bir hayli yükseltmişti.Bu savaştan Enver Paşa, Harbiye Nazırı olarak zafer üzerinde hak iddia etmiştir.Ama gerçekte stratejik mevziler Liman Von Sanders’in emriyle düzenlenmiş ve yarımadanın burnunda Esat Paşa’ya adamları başarılı savaşlar vererek Anzaklar’ın içerilere sızmasını önlemişlerdi.Eğer bu savaştan bir halk kahramanı çıkacaksa o da Mustafa Kemal’dir.Mustafa Kemal’e bu savaştan sonra 16. ordunun komutanlığı verilmiş ve Ruslara karşı savaşmak üzere Anadolu’ya gönderilmiştir.Osmanlılar Çanakkale’deki savaşa düşmanları tarafından zorlanmışlardır.1915 ve 1916 yıllarının büyük bir bölümünde Rus Cephesi ve Kafkaslarda aynı durum söz konusu oldu.Bu dönemde siyasal bakımdan Osmanlı yönetiminin karakterinde pek bir değişiklik olmamıştır; ancak sansürün ve polisin daha güçlendirilmesi doğal karşılanacak bir olaydı.

Savaşın son haftalarına dek politikayı belirleyen Jön-Türkler oldu.Sait Halim Paşa 1917 Şubat’ına dek sadrazam olarak görevine devam etti.Bu tarihte zaten çoktan beri en etkin başkan olan Talat Paşa resmen onun yerini aldı.Bu arada Mehmet Paşa meşruti hükümdar olarak görevlerini yapmayı sürdürüyordu.Bazı bakımlardan inanılmaz gibi görünse de Jön Türkler savaşın ilk üç yılı boyunca inkılap girişimlerini sürdürmeye çalıştılar. Müslüman hiyerarşik otoritesinin adım adım kısalması Said Halim Paşa’nın sadrazamlık dönemi sonundan doruk noktasına varmıştır.Savaşın tahminlerden fazla uzaması İttihatçı liderlerin kaçınılmaz olarak kendilerini Bab-ı Ali’den bağımsız olarak görmelerine sebep olmuştur.Talat Paşa’nın 1917′de politik kontrolü eline almasından sonra Rusya’nın Doğu Anadolu’yu işgali, kıtlık ve çiftçilerin askere alınmaları tarımsal üretimi önemli ölçüde azaltmış; İstanbul ile diğer büyük kentlerde yiyecek kıtlığı baş göstermiştir.Büyük vergi artışları, hükümetin muhalefeti ezmesi ve batı cephesinde Almanların kayıp verdikleri haberleri hükümetin yurtseverlik çağrılarıyla karşı koyamayacakları ciddi bir moral sorunu doğurmaktaydı.

Osmanlı İmparatorluğu’nun savaş ilan etmemiş olmasına karşın Amerika’nın da savaşa girmesinin büyük etkisi olmuştur.İmparator II.Wilhelm’in 1917 Eylül ayında İstanbul’a resmen ziyareti ve veliaht Yusuf İzzeddin Efendi’nin daha sonra bu ziyareti iade etmesi bu etkiyi ortadan silemedi.Bu dönemde yalnız Rus ihtilali bir umut ışığı oldu.Rusya ile Brest-Litowsk anlaşması sonucunda Doğu Anadolu’nun güvenliği sağlanmış ve Rusya savaştan çekilmiş oldu.Enver Paşa’nın, Kafkaslardaki zaferi diğer cephelerde tekrarlanmamıştı.İngiliz birlikleri Osmanlı içine girmeyi başarmışlardı.Sultan Mehmet Reşat 28 Haziran 1918′te ölünce yerine Abdülhamit’in en büyük oğlu VI. Mehmet Vahdettin geçti.Vahdettin kardeşi gibi İttihatçı kuklalığını benimsedi.”Sanki işaretlenmiş gibi tüm müttefik devletleri bütün cephelerde birden saldırıya geçti.Irak’ta, İngilizler kuzeye doğru işgallerini genişletiyorlardı.Kerkük 6 Mayıs’ta düştü.Osmanlı askerleri Altın köprüde dağıtıldılar.İkinci bir İngiliz kolu Dicle boyunca ilerledi.Osmanlı askerlerini zaman zaman dağıtarak sonunda ateşkesten hemen sonra Musul’u işgal etti.23 Eylül’de Akka ve Hayfa işgalcilerin eline geçti.Halep ve Humus da birkaç gün sonra hiçbir direnme göstermeden düştü.Fransız filosu Beyrut’u işgal etti (6 Ekim). Osmanlılar yeni bir direnişte bulunmak için Adana’ya çekilirken arkadan Trablus ve İskenderun da düştü.” Bu kötü gidişat ta ki 30 Ekim 1918′te imzalanan Mondros Müzakeresi’ne dek sürdü.

I. Dünya Savaşı’nın bitmesi Osmanlı Devleti’nin de sonu olmuştur.Mondros Müzakeresi’nin şartları bir devletin varlığını ortadan kaldıracak niteliktedir.Savaşla kaybedilmeyen topraklar İtilaf devletlerinin kuvvetlerine terk edilmektedir.Savaş zamanı iktidarda olan İttihat ve Terraki partisinin mesul kişileri memleket dışına kaçmışlardır. Kasım ayında İstanbul, denizden ve karadan düşman işgalcilerinin törenlerine sahne olmuştur.Özellikle mütarekenin 7. maddesine göre “İtilaf devletleri kendi güvenliklerini tehdit edecek bir durum çıktığı taktirde herhangi bir stratejik noktayı işgal edebileceklerdi.” hükmü konulduğu için bundan en geniş anlamı ile uygulama yolu açık bulunuyordu.

Osmanlı Hükümeti ise tamamen acz içinde idi. “21 Aralık 1918′te Padişah, Kanun-u Esasi’nin 7. maddesinin kendisine tanıdığı hakka dayanarak Meclis-i Mebusan’ı fesh ettiğini ilan etti.”Ancak yine de Kanunu Esasi’ye göre yeni seçimlerin 4 ay içinde yapılması ve bunun da ilanı gerektiği dikkate alınmamış oldu.Böylece Meşruti idare yani denetimli parlamento rejimi Osmanlı devleti bünyesinden süresiz olarak kalkmış oluyordu.1918 yılının son iki ayı Osmanlı için askeri ve siyasi kuvvet ve hakimiyetini yitirmiş bir durumdadır.Buna karşın İstanbul’da bulunan bazı kuvvetler bir araya gelerek bir milli kongre toplamışlar ve yayınladıkları bildiri ile milli birlik cephesi kurulmasını öngörmüştür.Ancak iyi niyetle harekete geçen bu teşebbüsün devamı sağlanmamıştır.Yine bu yılın son aylarında memleketin çeşitli bölgelerine ayrı ayrı teşkilatlandıracak cemiyetler kurulmakta idi.İzmir’de Müdafaa-i Hukuk-u Osmaniye (26 Kasım 1918); Edirne’de Trakya Paşaeli (1 Aralık 1918) gibi 1919 yılında da birçok cemiyetler kurulmaya devam edecektir.İşgaller ise daha yoğun bir hale gelecek; Ege sahillerinde İzmir’e Yunanlılar’ın kuvvet çıkarması yapılırken (15 Mayıs 1919) itilaf donanması onları arkadan destekleyecektir.1919 yılında bir taraftan da yeni siyasi partiler kurulurken yine bölgesel kurtuluş çarelerini aramak için kurulan cemiyetler çoğalmaktadır.

Mondros mütarekesi itilaf devletlerinin lehine en geniş anlamıyla uygulanmaktadır.1920’de imzalanacak Sevr müdahalesi bu parçalanmayı ancak tasdik edecektir.Osmanlı hanedanı ve hükümeti sanki galip devletlerin isteklerini yerine getirmek için iktidar mevkiindedirler.Memleketin asıl sahibi Türk halkı başsız bölünmüş, kuşku içinde umumi durumu hoş görmeyen bir haldedir.Kurtuluş ve istiklal fikirleri ancak bölgesel ayrılıklar içinde düşünebiliniyor.Halbuki bilindiği üzere küçük siyasi kuruluşların ömrü uzun değildir.Memleketin Batı ve Güney bölgelerinde silahla karşı konmaya başlanmıştır.Fakat sayıca çok ve teçhizat itibariyle üstün düşman kuvvetleri karşısında geri çekilmeler hep Anadolu içlerinedir.Bir taraftan memleketi kurtarmak için olan bu hareketler ve yer yer teşkilat kurulması müspet bir gelişme ise de diğer taraftan dış devletlere güvenen ve buna dayanarak yine memleketi bölünmelere götüren uğraşmalar faaliyettedir.Bu çeşitli fikir ve yönde çalışan grupların çoğunluğu İstanbul’da ki merkezlerinden idare edilmektedir.

I. Dünya savaşı sırasında gerek Osmanlı İmparatorluğu’nun siyasal hayatına ve gerek savaşın güdümüne baktığımızda şöyle bir durum görmekteyiz.Bu dönemde iktidara gelen partiler siyasal hak ve özgürlükleri bir amaç olmaktan çok bir araç ; iktidara en kısa yoldan gelme aracı olarak görmüşler ve bir an önce iktidarı elde edip onun nimetlerinden yaralanmaya yönelmişlerdir.Özellikle İttihat ve Terakki’nin gitgide “tek adam yönetimi”ne, Enver paşa liderliğinde ki kurduğu fiili egemenlik sonucu Osmanlı İmparatorluğu’nun büyük savaşa girmesi bir emrivaki ile gerçekleşmiş; savaş kararı iktidar partisinin içindeki diğer unsurların, kabinenin ve hatta meclisin bile denetimi olmaksızın bir emrivaki ile alınmıştır.Anlatmış olduğumuz olaylar Osmanlı İmparatorluğu’nun hazırlıksız ve ani biçimde savaşa girmesine yol açan Alman gemilerine geçiş izni verilmesi, Karadeniz’e çıkış izni ve Sivastopol ve Odessa’nın top ateşine tutulması gibi olaylarda Enver paşa dışında hiçbir merciin denetim ve hatta müzakere yetkisi bile yoktu.Ülkenin siyasal hayatı kadar savaşın güdümüde demokratik olmayan yöntemlerle tek adam Enver Paşa egemenliğine tabii idi.Oysa Mustafa Kemal Osmanlı’nın hazırlıksız olarak savaşa girmesine karşı çıkmış; ordunun siyasete karıştırılmasını eleştirmiş ve başlangıçta İttihat ve Terakki içinde yer almasına rağmen onun politikasına muhalefet etmiştir.Ancak unutulmayacak bir gerçek var ki Türk halkı bu savaştan da alnının akıyla çıkmıştır.

Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkılıp yokoluşunu ve yıkıntıları üzerinde yeni bir bağımsız Türk devleti’nin kurulmasını hazırlayan I. Dünya Savaşı, dünya tarihi açısından olduğu kadar, Türkiye açısından da büyük önem taşır.Bu savaşın çıkışı, olayların büyük bir savaşa doğru akışı, Osmanlı İmparatorluğu’nun bu savaşa sürüklenişi, tarihsel bir gelişimin bir sonucudur.Bu savaş, Fransız Devrimi ve 25 yıla yakın süren devrim savaşlarının meydana getirdiği politik, sosyal ve ekonomik gelişmelerin devamlı ve doğal sonucu oldu.

CUMHURİYET DÖNEMİNDE TÜRK-ALMAN İLİŞKİLERİ

Almancılar veya  Almanya Türkleri

Almanya Türkleri
 
 
Toplam nüfus 3.000.000
Önemli nüfusasahip bölgeler Frankfurt, Berlin, Köln, Hamburg, Düsseldorf, Münih, Stuttgart, Mannheim
Dil -Ana dil:   Türkçe

-İkinci dil: Almanca

Dinİslam

İlgili etnik gruplar

Türk halkları

Geçtiğimiz 40 yıl içerisinde Türkiye’den Almanya’ya 3 milyon civarında insan göç etmiştir.Ekonomik alanda olduğu gibi kültürel alanda da kendisini gösteren bu azınlığa Almanya Türkleri, Gurbetçiler ya da kullanımı artık pek yaygın olmayan çeşidiyle Almancılar denir.Avrupa’daki Türkler ya da Avrupalı Türkler ise genel terimiyle Türkiye’den Avrupa’ya göç eden insanlara denir.

Almanya’daki Türk nüfusunun tanımı oldukça karmaşıktır.İlk başlarda Almancılar diye tanımlanan grup, bu sıfatı günümüzde aşağılayıcı bir anlam kazandığı için artık benimsememektedir.Gurbetçiler tanımı ise özellikle yeni kuşak tarafından benimsenmemektedir, çünkü yaşadıkları ülkede kalıcı konuma geçmiş, değişik meslekleri ifa eden ve bazıları yaşadıkları ülkenin yurttaşlığına geçen insanlardır.Almanya Türkleri kavramı ise, bu topluluğun anlamını en doğru biçimde karşılamaktadır, dolayısıyla Türkiye Cumhuriyeti’nin bu kavramı resmi olarak kullanması talep edilmektedir.

Almanya’da Almanca olarak öncelikle yabancı misafir işçi (Gastarbeiter) olarak adlandırılmışlardır.Alman toplumu, Almanya’ya işçi alımı ile gelen insanları sadece iş için gelen misafirler olarak görmüşlerdir.Bugün küreselleşmenin etkisiyle ve de buna bağlı olarak sosyal anlayışın gelişmesiyle yabancı vatandaşlar (Ausländische Mitbürger) olarak sıfatlandırılmaktadırlar.

Osmanlı’dan Cumhuriyet’e Almanya’ya Giden İş Gücü’nün Tarihçesi

İlkler Osmanlı devletinin meslek eğitimi için yolladığı ve Alman sanayisinde eğitim gören ve özellikle savunma sanayisinde çalışmış olan Türklerdir.1960′larda iş gücüne ihtiyaç duyan Almanya, daha önce İtalya, İspanya, Portekiz ve Yunanistan gibi ülkelere kapılarını açmış ve sonunda Türkiye’deki insanlara da göç imkanı tanımıştır.Esas olarak bu göçmenlerin Almanya’daki maddi durumları Türkiye’dekilere göre daha iyi bir konumdaydı.

Amaçları çalışıp, para biriktirerek Türkiye’ye kısa bir süre içinde geri dönmek olan bu grubun çok az bir kısmı Türkiye’ye geri dönmüştür.Büyük bir çoğunluğu ailelerini Türkiye’den getirterek Almanya’da yaşamaya devam etmişlerdir.Ancak Almanya 1973′te göçmenlere kapılarını kapatmıştır.Buna rağmen Türkler, ya yasa dışı yollardan sığınma amacıyla ülkeye giriş yapmaya devam etmişlerdir.1980′de Türkiye’ye geri dönmeleri amacıyla yapılan mali yardımlar da bir sonuç getirmemiş, göç sürmüştür.Almanya’daki göç sorununun en büyük sebebi olarak, Almanya’nın ABD ve Avustralya’nın aksine kendisini bir “göç ülkesi” olarak görmemesi ve de uyum için gerekli önlemleri başından almaması gösterilmektedir.

Türkiye’den göç eden göçmenler Almanya’da kendilerini birçok alanda göstermiş, özellikle kültür ve ekonomi alanlarında etkin olmuşlardır.Anayurtlarına olan bağlarını Türkiye’ye yaptıkları yıllık tatillerle koparmamışlardır.Türk basınını ise gerek televizyondan gerekse gazetelerden izlemekte olup, birçoğu, Hristiyan yaşam biçiminin hakim olduğu Almanya’da, İslamî değerlere göre yaşamayı sürdürmektedir.

Solingen katliamı

Tarihler 29.05.1993. Irkçı Almanların saldırıları Solingen şehrinde doruk noktayı buldu.Irkçı gençlerin kurban seçtikleri komşuları, Türk soydaşlarımızın evini kundaklayarak, 5 Türk’ün alevler arasında ölmesine, genç ailesinin diğer ferdlerininde ağır yaralarla canlarını kurtarabilmesine sebep olmuşlardır.Komuoyunu ve özellikle Almanya’daki Türkleri gelayana getiren olaydan sonra tutuklanan ırkçı gençlerin aldıkları cezalar, Türkler arasında memnuniyet yaratmadı.

24 yaşındaki Markus G. 5 kez cinayetten, 14 kez ölüme teşebüsten ve yangın çıkarmaktan 15 yıl hapise, 18 yaşındaki Felix K., Christian R. (19) ve Christian B. (22) gençlik kanunun verdiği en ağır cezalarla 10 sene hapise mahküm oldular.Cezaları daha sonra 1997 de Federal Üst Mahkemede tescil edildi.Sanıklar Genç ailesine tazminat ödemeye mahkum edilmiş olsalarda, bu tazminat sanıkların halen cezaevinde olmaları veya gelirsizlik ve ikametgahının bellirsizliği sebebi ile tahsil edilememektedir.Cezalarını çeken 3 sanık tahliye oldular.Genç ailesinin acılarına rağmen her iki toplumun barışcıl yaşama çağrıları sonucu Mevlüde Genç’e liyakat madalyası verildi.

Almanya’daki Türk toplumu

2006 Dünya Kupası için Berlin Neukölln’de elde hazırlanmış sembolik bir Alman-Türk bayrağı.10.000 adet basıldığı söylenmektedir.Almanya Türkleri 1960 ve sonrasında iş bulmak amacıyla gittikleri Almanya’da günümüze dek sayıları katlanarak yaşamışlardır ve şu anda 3′ncü nesile ulaşmışlardır.Almanya Türkleri heterojen bir gruptur. Türk Devleti bütün vatandaşlarını Türk olarak tanımladığı için, bu tanım içinde bazı farklı etnik kimlikleri de barındırır.Ancak bu grubun hemen hemen hepsi Türkçe’yi ana dil olarak konuşur.Almanya’da, Kıbrıs, Suriye ve Balkanlar’dan giden, bu ülkelerin vatandaşlığında olan Türk kökenliler de bulunur.

1974 senesinde Almanya’nın petrol krizinden sonra getirilen göçme yasağından sonra, Türk vatandaşları evlenme, aile birleşimi, kaçak veya ilticai sebeplerle genede bir yollarını bulup gelmişlerdir.Alman devleti bunu takip eden senelerde, yeniden düzenlenen iltica, göçmen ve vatandaşlık yasaları ile bu akımı engellemek için yasal baraj koymaya çalışmıştır.İltica etmek isteyenlerin baş listesini bugüne kadar Türk vatandaşları çekmektedir.Federal Almanya istatistik dairesinin 2002 sayılarına göre, Almanya’da yaşamakta olan Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarının sayısı 1.912.200 olarak verilmektedir.Bu sayılara 2002 sonuna kadar Alman vatandaşlığına geçmiş olan toplam 565.766 kişiyi de eklemek gereklidir.Bu durumda Almanya’daki Türk nüfusunun 2.477.966, buna istatiki bilgilerin güncel olmadığından yola çıkarak tahmini 100.000 daha eklersek, 2,5 milyondan fazla olduğu söylenebilir.

Almanya’ya ilk gittiklerinde ‘misafir işçi’ olarak adlandırılmışlarsa da, bu ülkede geçici olmadıklarını söylemek mümkündür.Bugüne kadar 620 bin Türk vatandaşı (Alman İstatistikler Dairesi) Alman vatandaşı statüsündedir. Alman vatandaşlığına geçiş ile Baden-Württemberg eyaleti “vicdani test” yasasını 1 Ocak 2006′da yürürlüğe koydu. Müslümanların namus cinayetinden eşcinselliğe, tartışmalı konulara yaklaşımını ölçen test, ayrımcı ve aşağılayıcı bulunuyor.

Demografi

Türkler Almanya’da hemen hemen her önemli şehirde yoğun bir şekilde yaşamakla birlikte, sanayi merkezlerinde sayıları daha yoğundur.Frankfurt, Berlin, Köln, Hamburg, Düsseldorf ve Münih Türk azınlığın yaşadığı Almanya şehirlerinin başlıcalarıdır.

Din

Heterojen bir grup oldukları için mezhep farklılıkları da bulunmaktadır.Gayri müslim (Süryani, Yezid vs.) Eski Türk vatandaşların çoğunluğu Almanya’ya ilticacı statüsü ile geldiklerinden ve bulundukları sosyal ve dini konumları sebebi ile en kısa zaman içinde Alman vatandaşlıklarına kavuşuyor.Bu yüzden Almanya’da ki Türk toplumunun içinde herhangi bir faal faaliyet içinde değildirler.

Din ve camii Almanya’da yaşayan Türk toplumu için önemli bir rol oynamaktadır.Almanya’nın İslamiyeti resmi din olarak kabul etmediği ve özerk statüsü bulunmadığı için dernek kanunlarının verdiği imkanlarla dernek çatısı ve sıfatı altında düzenlenmekte.

İkinci dünya savaşı ve Berlin duvarı

Berlin Duvarı (Almanca:Berliner Mauer) Doğu Almanya vatandaşlarının Batı Almanya´ya kaçmalarını önlemek için Doğu Alman meclisinin kararı ile 12 Ağustos 1961 yılında yapımına başlanan 46 km uzunluğundaki duvar.9 Kasım 1989′da Doğu Almanya’nın, isteyen vatandaşlarin Batı’ya gidebileceğini açıklamasının ardından yıkıldı.

2. Dünya Savaşı´nın bitiminde savaşı kaybeden Almanya ve başkenti Berlin işgal kuvvetlerice Amerikan, Fransız, İngiliz ve Sovyet bölgesi olarak 4′e bölündü.Kısa süre sonra Batı ittifakı benzer şekilde olan yönetim birimlerini birleştirdi ve tek bir yönetim bölümüne dönüştü.Sovyetler ise bu birleşmeye karşı çıktı.Batılı işgal kuvvetleri Versailles’ten ders almış ve Almanya´yı tekrar inşaya girişmişken Sovyetler intikam duygusuyla hareket etti ve Doğu Almanya´daki Almanları cezalandırmaya girişti.Ekonomisi çok kötü, siyasi yönetimi aşırı otoriter olan Doğu Almanya’dan Batı’ya kaçışlar başlamıştı.Sovyetlerden kaçış büyük ölçüde Berlin’den gerçekleşiyordu.Zamanla tel örgü ve mevzuat değişiklikleri de batıya kaçışı engelleyemez duruma gelmişti. Sovyetler, Batı Berlin’i Sovyetlerin içinde bir fesat yuvası, kapitalizmin kalesi, karşı propaganda merkezi olarak gördüğü için Berlin Duvarı’nı örmeyi çözüm olarak benimsedi.Duvarın kendisi 1961′de kurulmuştur ancak Doğu ile Batı Almanya arasındaki katı sınır daha 1952′de çizilmişti.Amaç, sistemin ihtiyaç duydugu ama sisteme ihtiyaç duymayan eğitimli ve genç insanların kaçmasını engellemekti.Ancak, yalnızca Berlin metrosu yoluyla 1955 yılına kadar 1950′lerin başında büyük bir ekonomik büyüme yakalayan Batı Almanya’ya 270.000 insan kaçmıştır.Berlin Duvarı bunun üzerine dönemin SED lideri Walter Ulbricht’in bir şeyler yapılması gerektiği konusunda Sovyet liderlerine danışması ve onaylarını alması sonucu kurulmuştur.

Duvar Doğu Almanya’nın gittikçe daha da kötüleşen ekonomisine ek olarak, genç ve eğitimli kesimin de Batı Berlin’e sürekli geçiş yapmasıyla (1949-1961 yılları arasında sayıları 2.6 milyonu bulmuştur), Doğu Almanya meclisinin kararıyla 12-13 Ağustos 1961’de bir gecede örülmüştür.Planları tamamiyle gizlilik içinde gerçekleşmiştir. Öyle ki SED genel sekreteri Walter Ulbricht’in 15 Haziran 1961’de, Doğu Berlin’deki bir konferansta Batı Berlinli muhabir Annamarie Doherr’in sorusuna verdiği yanıtta geçen “Niemand hat die Absicht, eine Mauer zu errichten” (kimsenin bir duvar inşa etmeye niyeti yok) cümlesi bunun açık kanıtıdır.Duvarın ilk oluşturulan hali geçişleri engellemeyince yükseltilmiş mayın tarlaları köpekli askerler gözcü kuleleriyle geçiş tamamen engellenmiştir.

1961 yılında Berlin Duvarı’nın yerine önce tel örgü çekildi.Daha sonra bu örgünün yerine bugün bilinen Berlin Duvarı inşa edildi ve bu tel örgü duvarın üstüne tekrar çekildi.Doğu ve Bati Berlin’in arasındaki bu duvar, aslında biri 3.5 digeri 4.5 metrelik iki çelik parçadan oluşuyordu.Doğu tarafına bakan duvar kacmaya yeltenecek insanların kolay görünmesi için beyaza boyanmıştı.Buna karşılık Batı Almanya’ya bakan taraf ise grafiti ve çizimlerle doluydu.Doğu kısmında duvar boyunca yerde çelik kapanlar ve mayın tarlaları bulunuyordu; her iki tarafa da yüksek gözetleme kuleleri ve lambalar konmuştu.Doğu tarafında motorsikletli ve yaya polisler ve köpekler de kontrol halindeydi.Tüm bu kontrol ve gözetlemelere rağmen, yaklaşık 5000 kişi tüneller, evde yaptıkları balonlar ve bunun gibi yollarla, Dogu’dan Bati’ya kaçmayı başardı.

Berlin duvarı’nın yıkılışı

1989 yılı başlarında Alman Demokratik Cumhuriyeti Hükümeti, isteyen Doğu Almanya vatandaşlarının Sovyetler Birliği dahilindeki diğer Doğu Bloku ülkelerine geçiş yapabilmesine izin verdi.Bu iznin çıkmasıyla beraber binlerce Doğu Alman vatandaşı Polonya, Çekoslavakya, Macaristan, Yugoslavya gibi ülkelerin başkentlerine akın etti ve buralarda bulunan Amerikan, İngiliz, Fransız büyükelçiliklerine sığındı.Daha sonra da bu sığınmacılar özel trenlerle Doğu Bloku dışındaki ülkelere kaçmaya başladılar.Kaçışın bu kadar yoğun olduğu bir durumda Dogu Almanya Hükümeti duruma bir çözüm bulmak için toplandı.Burada yaşayan insanlar artık bu şekilde zaten Doğu Almanya’dan kaçabildiklerine göre duvarın bir anlamı kalmamıştı.

Doğu Alman hükümeti, duvarın kaldırılmasına onay vermişti.9 Ağustos 1989′da bu kararı halka açıklamak üzere bir basın toplantısı düzenlendi.Karar açıklandığı andan itibaren duvarın iki tarafında yüz binlerce insan birikmeye başladı.Gece yarısına doğru hükümet ilk olarak Brandenburg Kapısı’ndan başlayarak barikatları ve geçiş önlemlerini kaldırdı.Her iki Almanya tarafından yaklaşan insanlar duvarın üzerinde buluştular.İnsan seli bir saat içinde yüz binlere ulaştı ve ardından Batı tarafından gelen dozerlerle duvar tamamen yıkıldı.Alman Demokratik Cumhuriyeti de duvardan sonra çok fazla dayanmamış, 13 Ekim 1990´da resmen sona ermiştir.

Duvar yıkıldıktan bir süre sonra yapılan ankette halkın bir kısmının duvar yıkılmadan önce daha memnun olduğu görülmüştür.Bunun başlıca sebeplerinden birisi, Doğu tarafında insanların eğitim, sağlık gibi hizmetleri parasız alıyor olması ve sosyalizmin nispeten eşit koşullar sağlıyor olmasıydı.Duvarın yıkılmasıyla beraber bu tarz hizmetlerin eksikliği duyulmaya başlandı, Batı Almanya’nın kapitalist sistemine ve rekabet ortamına uyum güçlükleri yaşandı.Batı tarafındakiler ise Doğu’nun yapılandırılmasına yönelik ek vergilerden rahatsızlık duymaktaydılar.İki Almanya’nın birleşmesinden sonra Batı Almanya’dan ve uluslararası sermaye çevrelerinden Doğu’ya sermaye akışı gerçekleşti.Emeğin daha ucuz olduğu bu bölgelerde ücretler hala Almanya’nın batı bölgelerine göre daha düşük seyretmektedir.Halen, Almanya’nın en yüksek işsizlik oranları Doğu şehirlerindedir.Sosyalizm döneminde işsizlik gibi bir soruna sahip olmayan Doğu Almanya vatandaşları, duvarın yıkılmasıyla birlikte kapitalist ekonominin farklı koşullarıyla karşı karşıya kaldılar.

Başkent Berlin

Berlin, Almanya’nın başkenti ve en büyük şehridir.II. Dünya Savaşı öncesinde 4.3 milyon kişinin yaşadığı şehirde 2005 itibariyle 3.4 milyon kişi yaşamaktadır.Berlin, Kuzey Almanya’da, Spree ve Havel nehirlerinin arasındaki kumluk bölgeye kuruludur.1949′dan 1990′a kadar Doğu ve Batı Berlin olarak ikiye ayrılmıştı. Aradaki duvara da (Berlin Duvarı) sonradan utanç duvarı denmiştir.

Kasım 1989′da Doğu ve Batı kısmını ikiye ayıran duvar yıkıldıktan sonra Berlin tekrar bir bütün olmuştur. Berlin’in doğu tarafında yoğun bir restorasyon yaşanmaktadır.Kenti ikiye bölen Spree Nehri’nin, iki kıyısında Cölln ve Berlin adlı iki balıkçı köyü olarak bölünmüş bir halde iken ilk kez 1307 yılında birleşti.Brandenburg’un (sonra Prusya’nın) başkentiydi.18. yüzyıla kadar o kadar mühim bir şehir değildi.Ancak Prusya’nın güçlenmesi sürecinde kuzey Almanya, sonra Avrupa’nn bir siyasi, iktisadi ve kültürel merkezi oldu.1871 yılında Alman İmaparatorluğu’na bağlandı, Hitler zamanında harabeye döndü, müttefik devletler tarafından işgal edildi.İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra şehir Doğu ve Batı Berlin olarak ikiye ayrılmıştır.Kentin imparatorluk merkezi Mitte’de doğuda kaldı.Berlin’i inşa eden mimar Karl Friederich Schinkel’in tasarladığı binalar, büyükelçilikler, saraylar, müzeler hep o tarafta kaldı. Türkiye’den çalınan Bergama Sunağı’nın sergilendiği dünyanın en önemli müzelerinden biri olan Bergama Müzesi , Cölln ile Berlin’i birleştiren anlaşmanın yapıldığı St. Nicholas Kilisesi de Doğu Berlin’de kaldı.Kent tekrar birleştiğinde Berlin her şeyin çiftine sahip oldu.İki parlamento binası, iki büyük üniversite, iki büyük havaalanı, iki kent merkezi ve iki Mısır müzesi.

Dünyanın en önemli şehirleri arasında.Üç opera, Filarmoni, birçok tiyatro, konser salonu ve kütüphanenin yanı sıra; Berlin Film Festivali, festival haftaları ve tiyatro günleri, tüm sanatseverleri Berlin’e çekiyor.

Berlin Almanya’nın sadece politik başkenti değil, aynı zamanda da kültür başkentidir.Berlin’de birçok müze bulunmaktadır.Özellikle kentin doğusunda yeralan Müzeler Adası (Museumsinsel) içinde Pergamon Müzesi’de dahil, birçok müzeyi barındırmaktadır.Ayrıca kentte çok sayıda sanat galerileri, tiyatrolar vs. vardır.




banner983
Misafir Avatar
İsminiz
Yorum Gönder
Kalan Karakter:
Yorumunuz onaylanmak üzere yöneticiye iletilmiştir.×

banner376

banner375

banner377

banner981