Bulgaristan özellikle Varna, Burgaz, Dopluca bölgesi ve Tuna boylarında belgesel çekimlerimiz sürüyor. İlkbaharda buraların çok değişik farkı var. Karadeniz sahilleri Tuna boyları bir başka güzel oluyor. Bizde kameramız elimizde belgesel çekimlerimizi sürdürüyoruz. Aslında bir çok kez bugüne kadar bu bölgelere geldik ama ilk kez baharda buralarında belgeselini çekiyoruz. Biz buralarda tarihe not düşüp zamana noterlik yaparken sizleri daha önce buralarla ilgili olarak hazırladığım yazı seri serisi ve araştırmalar ile baş başa bırakıyorum. Ayrıca hazırlamış olduğum canlı makaleyi de http://kocaeligebze.tv/v/40723/smail-kahramanla-canli-makale---balkanlar-ve-tuna-boylarinda-dev linkinden izleyebilirsiniz
BULGARİSTAN TUNA BOYLARINA OSMANLI İZLERİ
Balkanlar! Ah 600 yıl Osmanlı Medeniyetine beşiklik eden, yiğitlere mezar, gazilere siper olan Koca Balkanlar. Balkanlarda Osmanlılar tarafından kurulan 600 yıllık Kültür ve Medeniyeti araştırmak için, zaman tünelinde Balkanlara, yolculuğa çıkmaya kara veriyoruz. Kuruluşunun 700. yılını bile kutlamaktan aciz olduğumuz, Osmanlı’nın kuruluşunun 700. yılın ’da ecdadımıza vefa borcumuzu ödemek için Balkanlarda Osmanlı medeniyetini araştırmaya yönelik belgesel çekeceğiz.
Projemizi anlattığımız birçok kuruluş’dan olumsuz cevap alıp, Medya kuruluşlarının birçoğu ilgi göstermeyince iş başa düştü deyip Bulgaristan Dış işleri Bakanlığından aldığımız özel çekim izni ile belgesel çekmek için yola çıkıyoruz. 19 Haziran 1999‘da başlayıp 3 Temmuz1999 tarihinde sona eren belgesel çekimi sırasında yaşadığımız olaylar ve gördüklerimizi sizlere aktarmak istedik. Osmanlıya bir asra yakın başkentlik yapmış Edirne’den başlayan belgesel çekimimize, Osmanlı’nın yaptığı gibi muhteşem Selimiye Cami’nin önünden başladık…
Edirne Fatihi’nin doğum yeri, Murad-ı Hüdavendigar’ın Balkanlara, seferler düzenlediği mekan. Bir zamanlar 400 camisi ile muhteşem Osmanlı şehri… Hıdır Baba tepesinden Edirne’ye bakarken, Yanık kışla, Selimiye, Üç şerefeli ve Eski camiler Osmanlı’nın adaletle feth ettiği tarihi Edirne şehrinde 400 camiden geriye sadece birkaçı kalmış. Tunca, Arda, Meriç nehirlerinin hayat verdiği Edirne’nin bereketli ovalarını geride bırakarak Balkanlar’daki gezimizin ilk durağı Bulgaristan’a hareket ediyoruz.
Bir zamanlar demir perde ile örülü Osmanlı’nın 485 yıl kaldığı Balkanlardaki ilk durağımız Bulgaristan’dayız. Balkan dağlarının ikiye böldüğü… Filibe, Harmanlı, Kazanlık, Köstendil, Vidin, Plevne, Niğbolu, Şumen, Rusçuk, Silistre, Varna, Burgaz, Aytos, Silven şehirleri… Osmanlı Rus savaşının yapıldığı… tarihe altın harflerle geçen Plevne ve Şıpka savaşları’na sahne olan Bulgaristan’dayız…
Balkanlar’a açılan Kapıkule sınır kapısından girdikten sonra çekimlerimize başlayacağımız Sofya yolundayız. Ecdadın at koşturduğu, kervansaray, köprü, çeşme, han ve hamam yaparak insanlığın hizmetine sunduğu bereketli Bulgaristan ovaları bir bir arkamızda kalıyor.
RUMELİ EYALATİNE BAŞKENTLİK YAPMIŞ SOFYA’DAYIZ
Sofya’nın dev gökdelenleri uzaktan görülüyor. Tarih boyu birçok medeniyete beşiklik eden Sofya tarihin her döneminde önemini korumuş. Roma, Bizans ve Osmanlı dönemindeki medeniyet eserlerinden bugün fazla bir şey görülmüyor. Son yılların eseri olan birçok gökdelen ve gösterişli binalar şehir merkezini süslüyor. I.Murat tarafından 1378′de Osmanlı topraklarına katılan Sofya, Rumeli beylerbeyinin oturduğu eyalet merkeziydi,1540 yılında bu eyalete 25 sancak bağlıydı. Osmanlı medeniyetine ait 170 vakıf eserinden geriye neler kaldığını arıyoruz. Bir zamanlar 82 cami ve birçok Osmanlı eserleri bulunan Sofya’da bugün bir cami kalmış. Fatih Sultan Mehmet döneminde 1456 yılında yapılan Seyfullah Efendi camisi.
Sofya’daki gezimize Seyfullah Efendi Camisi önünden başlıyoruz. Cami dev gökdelenlerin ve ünlü Aleksandrneski anıtının hemen yanında işlek bir cadde üzerinde. Minaresinden ezan okunan caminin etrafı satıcılar tarafından işgal edilen etrafı hareketli bir yer. Caminin içine giriyoruz. Genç imam bizi karşılıyor ve caminin içi Osmanlı Türk süsleme sanatının en güzel örnekleri ile bezenmiş.
Camiye verilen bir başka isim var. Banyabaşı Camii, bu isimden de anlaşılacağı gibi Osmanlı gittiği her yerde camii, mektep, çeşme , han ve medrese yanında da mutlaka hamamını yapmış. Fatih Camii’nin hemen arkasında bir Türk hamamı, termal kaplıca sularının bulunduğu bu hamam Türk mimari stilinden çıkarılıp Roma mimari sitiline cevrilerek Bizans dönemi mimarisi şekli verilse de, hamam her halinden Osmanlı Türk eseri olduğunu gösteriyor.
Yavaş yavaş hamamın yanına doğru yaklaşıyoruz. Karşılaştığımız bir çok Türk vatandaşı bizlere büyük ilgi göstererek musluklardan akan sıcak suyu göstererek bu suların şifalı olduğunu söylüyor. Biz de sıcak sulardan kana kana içerken, Osmanlı’nın mühürünü vurduğu hamamı uzaktan da olsa seyrediyoruz.
Hamam ve Fatih Camii ‘nin önünden ayrılırken Osmanlı’nın Balkanlara vurduğu mührünün halen tüm ihtişamı ile kendini gösterdiği belki asırlarca göstereceğini düşünerek Sofya’da yolumuza devam ediyoruz. Bulgaristan Cumhurbaşkanlığı binası, Parlamento binası ve hemen yanı başındaki Mahmut Paşa Camii. Bu cami bugün Arkeoloji Müzesi olarak kullanılıyor. Dev gökdelenlerin yanında bu eser ayrı bir mimari zarafet örneği. Etrafında inşaatlar bulunan bu Osmanlı binasının kapısı kapalı olduğu için içeri giremiyoruz.
Cumhurbaşkanlığı binasının hemen karşısında Bulgaristan Kominist Partisi lideri Yorgi Dimitrof’un anıt mezarı ve mozalesinin bulunduğu binanın önündeyiz. Bu bina artık boş. Bulgaristan’da ismi söylendiği zaman herkesin korkup titrediği Yorgi Dimitrof’un cesedi buradan alınmış. Boş mozale binası harabe haline gelmiş. Bulgaristan tarihinde önemli yeri olan Dimitrof’un anıt mezarının bulunduğu yer artık çocuklara oyun yeri olmuş.
Ressamlar binası olarak kullanılan tarihî Türk konağı ise bütün ihtişamı ve farklı mimarî stili ile dimdik ayakta. Cumhurbaşkanlığı köşkü olarak kullanılmak istenen bu bina ressamların karşı çıkması ile resim galerisi ve sergi salonu olarak kalmayı başarmış. Birbirinden ihtişamlı eserler yapan Bulgar ressamlar bu eserleri konakta sergiliyor.
Sofya’da yolumuz bir başka mekanda yemyeşil alan içinde birbirinden ihtişamlı binaların bulunduğu Sofya sokaklarında geçmişin izini ararken Kara camii’nin önüne geliyoruz.1528 yılında Kanunî Sultan Süleyman’ın emri ile Mimar Sinan’ın yaptığı bu eşsiz cami 1903 yılın’da kiliseye çevrilmiş.
Yeşillikler içindeki bu bahçe’nin etrafı belki sarıklı mezar taşları’nın süslediği asırlık mezarlıktı. Ancak buralar artık park. Bu parkların müdavimleri ise sevimli Bulgar çocuklar . Satranç oynayanların yanına yaklaşıp bizde kısa bir süre oyunlarına iştirak ediyoruz.Çocukların şen şakrak gülüşleri arasında burdan ayrılırken, maziyi düşünmeden edemiyoruz.
TÜRKİYE BÜYÜK ELÇİLİĞİNDE…
Sofya’ya gelip’de Türkiye Büyükelçiliğini ziyaret etmeden geçmek olur mu ? Kendisi ile daha önce görüştüğümüz başarılı ve çalışkan Sofya Büyükelçisi Tahsin Burcuoğlu’nun makamında belgesel için 30 dakika süren çekim yapıyoruz. Genç dinamik ve heyecanlı büyükelçi ümit veriyor ve gelecekten söz ediyor.Kısa zamanda çok şeyler konuşuyoruz. Keşke bütün personelide büyükelçi gibi olsa. Keşke Türkiye’yi dışarda temsil eden diğer büyükelçilerimiz Tahsin bey gibi hizmet üretse.
Sofya’da bir başka durağımız Hak ve Özgürlükler Partisi Genel Merkezi, Genel Başkan yardımcısı Kasım Dal beyle birlikteyiz. HÖH’ün Türk azınlığı en iyi şekilde temsil ettiğini söyleyen Dal, 19 Milletvekili,29 şehir Belediye Başkanı, 240 Muhtarlık seçimlerini HÖH’ün kazandığını sevinçle açıklayıp,hak ve özgürlük mücadelesi verdiklerini söylüyordu.
Balkanlardaki gezimize Blagovgrad şehrinde devam ediyoruz. Sofya’ya 200 Km. mesafedeki bu şehir Rodop dağlarının eteğinde Yunanistan, Makedonya üçgeninde güzel bir şehir. Amerika Birleşik Devletleri tarafından kurulan kolej ve üniversitede onbinlerce Bulgar ve Türk genci eğitim görürken.
Türkiye Cumhuriyeti neden bu ülkelerde bir Türk lisesi açamadı diye iç geçirmekten kendimizi alamıyoruz. Tertemiz suların aktığı Osmanlı döneminde Yukarı Cuma (Korne Cumaya) olarak bilinen bu şehirde restore edilen bir Türk mahallesindeyiz.
Rodop dağının eteğinde kurulan bu mahalle her hali ile geçmişden izler taşıyor. Evlerin arasındaki bir kilise dikkatimizi çekiyor. Kilise ve yanı başındaki çan kulesi… Kilisenin bir camiden çevrildiği hemen anlaşılıyor. Girişteki çeşme’nin kitabesi sökülmüş, restore edilen evler… boş kilisenin girişinde hummalı bir çalışma var.
Çekimlerimizi yapıyoruz. İçeri girdiğimizde her yerin camiden bozulma olduğu kendisini gösteriyor. İşte mihrap, minber kısmı, mahfile çıkış, içerde yaptığımız çekime sinirlenen orta yaşlı bir kişi müdahele ederek çekim yapmamızı engelliyor.
12 Türk’ün kaldığı Yukarı Cuma şehrinin merkezinde tek minareli caminin önüne geliyoruz. Cemaat olmadığı için cami artık kullanılmıyor. Vakıflar tarafından kiraya verilen cami market yapılmış. İçki şişeleri ve domuz etlerinin satıldığı bu dükkânda çekimler yapıyoruz. Minare ve cami mahzun Yukarı Cuma’dan ayrılarak Osmanlı’nın adalet ve hoşgörüsünü tesbit etmek üzere Rodoplar’daki Rıski Manastırı’na gidiyoruz
RODOPLARDA OSMANLI’NIN HOŞGÖRÜ SEMBOLÜ RİSKİ MANASTRI
Rodop dağları’nın manzarası gerçekten muhteşem. Dağın zirvesine yakın yerde çam ağaçları arasından gürül gürül suların çağlayıp aktığı dağ yamaçında kurulan Rıski Manastırı görülmeye değer güzellikte. Murad-ı Hüdavendigâr’ın özel izni ile yapılan bu manastır ve papaz okulu ihtişamını halen koruyor. Riski Manastırı’nda Osmanlı’nın gerçekten hoşgörüsünü görmek mümkün. Osmanlı’nın özel izni ile yapılan manastıra 12 Padişah tarafından özgürlük fermanları verilmiş. Çekim izni alamadığımız manastırda bu fermanları sadece görmekle yetiniyoruz.
Şimdi de Köstendil şehrindeyiz. Sağnak yağmur altında Osmanlı medeniyetine ait eser arıyoruz. Bir zamanlar 91 mektep, medrese, han, cami ve kütüphanenin bulunduğu Köstendil’de bu eserler yıkılıp yok edilmiş.
Yolumuz üzerindeki tarihî Fatih Camii Unesco tarafından koruma altına alınmasına rağmen yıkılmak üzere, Bulgar devlet yöneticileri tarafından yıllar önce başlatılan tamirat ekonomik sıkıntılardan dolayı yarım kalmış. Minare yıkılmak üzere. Çekim yaparken yanımıza gelen orta yaşlı bir Bulgar bayan caminin perişan halinden çok üzüntü duyduğunu söylüyordu.
Köstendil’de başka Osmanlı eserleri de var. 1571 yılında yapılan Melek Ahmet Paşa Cami, minaresi yıkılmış müze haline getirilmiş. İşte caminin hemen karşısındaki çifte hamam her halinden Osmanlı eseri olduğu görülüyor.1923 yılında tamir gören Alay hamamı halen faaliyetini sürdürüyor.
Yıkılıp hastane yapılan bir caminin sütunları hastane girişlerini süslüyor. Köstendil Makedonya sınır kapısına çok yakın bir merkezde bir çok köprü ve ihtişamlı Osmanlı eserinden geriye sadece bir kaçı kalmış. Şehre hakim bir tepe üstüne çıkarak Köstendil’i sağnak yağış altında hüzünlü bir şekilde seyrediyoruz.
Akşam şehir merkezinde dolaşıp yavaş yavaş kararan havanın hüznü ile Köstendil’e veda ediyoruz.
Varatsa ve Montana şehirlerinde üzücü manzaralar.
Sabah erken kalkarak Balkan dağlarına doğru yola çıkıyoruz. Bugünkü hedefimiz Vidin. Kocabalkanlar’ı aşıp Vidin’e gideceğiz. 230 Km.lik yolumuz var. Sofya’ya el sallayarak veda ediyoruz. Kocabalkanlar’ı tırmanırken, akıncıların at koşturup su içtiği çeşmeler ve Balkan dağları arkamızda kalıyor.
Balkan Dağları’nın eteğinde yine bir Türk şehri Vratsa ;bir çok cami ve Türk eseri’nden hiç bir şey kalmamış. Yıkık ve perişan halde bir hamam buluyoruz. Hamamın karşısındaki cami yıkılmış yerine kereste fabrikası kurulmuş. Bir vakıf eseri olan vefasızlığa uğrayan bu hamamı çekerek, Balkan Dağları’nın selvi boylu çam ağaçlı yamaçlarını seyr ederek yolumuza devam ediyoruz.
Yolumuz üzerindeki Montana şehrine geliyoruz. Bulgar Irkçılık, bencillik ve şövanizmin hakim olduğu bu şehir de ayakta kalmış tek bir cami var. Uzaktan minaresini görüyoruz. Minarenin şerefeleri yıkılmış, Caminin kapı ve pencereleri sökülmüş, uzun süre ahır olarak kullanılmış caminin metruk ve perişan hali içimizi sızlatıyor. Çekim yaptığımız sırada ters bakışlara muhatap oluyoruz. Rehberimiz bizi uyararak burası Bulgar milliyetçilerinin çoğunlukta olduğu yer, hemen uzaklaşalım diyor.
Yavaş yavaş Tuna’ya doğru yaklaşıyoruz. Lom şehri uzaktan görülüyor. Şehre yakın bir yerde yanmış ve minaresinin yarısı yıkılmış bir cami ile karşılaşıyoruz. Köylülerden edindiğimiz bilgiye göre camiyi çocuklar yakmış. Ot ve dikenlerin kapladığı cami çevresi, yıkık minare ve harabe hali ile geçmişin ihtişam ve gururunu haykırıyordu.
İşte Lom şehrindeyiz. Tuna boylarında gördüğümüz ilk şehir,bir tesbih tanesi gibi dizilen Tuna boylarındaki şehirleri teker teker gezeceğiz. Ecdadımızın medeniyet kurduğu Tuna boylarında Osmanlı eseri aramayı sürdüreceğiz. Bir zamanlar 6 cami 1 medresenin bulunduğu Lom’da tüm aramalarımıza rağmen hiç bir esere raslayamıyoruz. İşin garibi hiç bir Türk’le de karşılaşmadık. Üzgün bir şekilde Lom’dan Vidin’e hareket ediyoruz.
PAZVANTOĞLU OSMAN PAŞA’NIN VİDİN ŞEHRİNDEYİZ..
Uzaktan Vidin şehri gözüktü. Pazvantoğlu Osman Paşa’nın Osmanlı’ya kafa tuttuğu, ünlü kalesı ile meşhur Vidin ve köylerinde bir zamanlar 90 civarında cami,mektep ve medrese bulunuyordu. Bunlardan geriye ne kaldığını merak edip araştırmaya koyulduk. Hayret… Kapısı kapalı ve içerisinde yangın çıkarılmış. Pazvantoğlu Osman camisi.
Dışdan görünümü çok iyi olan cami’nin içi perişan halde.Cami kapısındaki kütüphane’nin mimarî stili gerçekten görülmeye değer. Kitabesi sökülmeye çalışılan bu eserin bahçesine rast gele atılmış mezar taşları insanı etkiliyor. Tuna sahilindeki bu caminin hemen ilerisinde Askeri Kışla bulunuyor.
Tuna sahilindeki Pazvantoğlu Osman Kalesi mimari açıdan bir sanat harikası.Kale burçlarından Osmanlı Türk tarihi ile özdeşleşmiş Tuna nehrini seyretmek ayrı bir güzellik. Asırlarca ayakta kalan bu kale geçmişte yaşadığı fırtınalı günlerin izlerini taşıyor.Kale çevresinde çekimlere başlıyoruz.Osmanlı’ya baş kaldırıp bağımsızlık ilân eden Pazvantoğlu Osmanpaşa imkân olsada bu günleri görseydi neler yapardı sorusunu kendi kendime soruyorum.
Vidin’de gezimize devam ediyoruz. Şehir merkezinde bir abide dikkatimizi çekiyor. 200 yıl önce Halil ve İbrahim adlı iki kardeş adına dikilen bu abide’nin üstündeki yazılar da bu iki kardeşin bütün mallarını vakfederek bulundukları bölgeye cami yaptırıp dükkanlarını bağışladıklarını yazıyor.Bu abide bize Osmanlı’nın gittiği yerleri nasıl mamur hale getirdiğini, vakıflar ve hayır işleri ile nasıl hizmet yaptığını da gösteriyor. Vakf edilen bu yer üzerine yapılan cami yıkılmış bahçesi otopark haline getirilmiş.Dükkanlar özel kişilerin eline geçmiş.
Vidin’de kaldırım içinde ve apartman kenarında kalmış bir mezar dikkatimi çekiyor. Bu mezarın bir zamanların ünlü Pazvantoğlu Osmanpaşa’ya ait olduğunu öğreniyoruz. Bölgede hiç bir eser bırakmayan koministler belki Osmanlı’ya kafa tutup bağımsızlık ilân etti diye bu mezara sahip çıkmışlar.Şehir içinde güneş batarken yola çıkıyoruz. Alaca karanlık içinde ecdadın at koşturup kervanlarını suladığı Tuna boylarından geçerek 200 Km.uzaktaki Plevne’ye gelirken bizlere Vidin’de rehberlik yapan öğretmen emeklisi yaşlı Karı-Koca’nın gösterdiği ilgi ve alakayı düşünüyrduk.
GAZİOSMANPAŞA’NIN PLEVNESİNDE TUNA NEHRİ AKMAM DİYOR…
Rüyalarımız gerçek oldu. gece’nin geç vakti olsada…uykusuz ve yorgunluktan bittab düşsekte Düşmanlarının bile takdirini kazanan Gaziosmanpaşa’nın Plevne şehrindeyiz. Yıllarca marş olarak mırıldandığımız … “Tuna Nehri Akmam Diyor… Etrafımı Yıkmam Diyor…/ Şanı Büyük Osmanpaşa…/ Plevne’den Çıkmam Diyor…/” dudaklarımızdan dökülüyor.
Gece geç vakitlerde güçlükle bulduğumuz otele yerleşiyoruz.1. Murad’ın sadrazamı Çandarlı Ali Paşa tarafından 1388 yılında feth edilen Plevne 1878 yılına kadar Osmanlı şehri kalmış. Tarihe altın harflerle geçen, mertlik ve yiğitliği ile düşmanlarının bile saygı ve sevgisini kazanan, Osmanpaşa’nın aylarca aç ve susuz savunduğu Plevne şehrindeyiz.
Plevne’de Osmanlı medeniyetinden eser bulmak için araştırmamıza başlıyoruz. Bir zamanlar köyleri ile birlikte 80 Osmanlı eserinin bulunduğu şehir merkezinde 24 camiden sadece biri kalmış. Cami’nin arkasından geçen caddeye daha önceki Bulgar yönetimi Gaziosmanpaşa caddesi adı vermesine rağmen son yıllarda bu adı değiştirmişler.
Bizi Plevne’de asıl ilgilendiren Plevne savaşları. Rusları dize getiren ve aylarca uğraştıran Gaziosmanpaşa ünlü Plevne savaşlarını nerede yaptı?.. Cami imamı Recep İsmail ile müftülük görevlisi Ayaz Çortan bizlere rehberlik yapıyor. Savaşların en şiddetli yapıldığı tepeye bir bina yapılmış. Panorama adını verdikleri silindir şeklindeki bu binanın içinde Bulgar ve Rus 14 ressam tarafından çizilen tablolarla savaş anlatılmış
Panorama yetkililerinden çekim izni istiyoruz. Plevne müze müdürü bizzat izin veriyor, toplantısı olduğu için kendisi çekimlere katılamadığı için özür dileyerek çok yakın ilgi gösteriyor ve çekimlerimize başlıyoruz. Sanat değeri çok yüksek tablolarda savaş bütün ayrıntıları ile anlatılmş Silindir şeklindeki dev binanın son katına çıktığımız da kendimizi Plevne savaşlarının içinde buluyoruz.
1000 m2 elde dokunmuş halı üstüne Plevne savaşlarının resimli olarak anlatıldığı tablo karşısında insan dehşete kapılıyor. Tepe noktadaki panoda savaşın tüm boyutlarını görüyoruz.Çekim ekibimiz hemen harekete geçerek bu tabloyu baştan sona çekiyor. Rusların bir haftada geçmeyi plânladıkları Plevne’de aylarca kalması harp tarihi yazarlarını şaşırtıyor.
Panorama binasının üstünden onbinlerce Türk askerinin şehit olup, yüzbinlerce Rus askerinin öldüğü savaş yapılan yerleri görüyoruz. İşte Vid ırmağı ve Osmanpaşa’nın yaralanarak kılıcını teslim ettiği köprü. Harabe haline gelmiş bu köprünün üstündeyiz. Şehri yakıp sivil halka zarar verme imkânı olmasına rağmen Osman Paşa’nın bunlara hiç tenezzül etmeyerek yiğitçe savaşması hem Bulgarları ve hem de Rusları hayran etmiş ve Osman Paşa’nın kılıcını alan Rus Çarı 2 saat sonra kılıcını Osman Paşa’ya geri vermiş.
Şehir merkezindeki Osmanpaşa’nın kılıcını geri aldığı ev aslına uygun muhafaza edilmiş. Plevne savaşları Osmanpaşa’nın ne derece büyük asker olduğunu göstermiş. Plevne’nin düşmesi Rusların İstanbul yakınlarına kadar gelmesine sebep olurken, Osmanlıya’da balkan topraklarını kaybettirmiştir. Plevne savaşları üzerine yazılıp ,söylenecek çok şey var.Ancak burada dedelerini kaybeden kaç Türk Plevne’yi ziyaret ederek fatihalar okudu sorusunu sormadan edemiyorum..? Gazi Osmanpaşa ve Plevne şehitlerimizin aziz ruhlarına fatihalar okuyarak yolumuza devam ediyoruz.
NİGBOLU SAVAŞLARI VE YILDIRIM BEYAZIT..
Tuna boylarındaki Niğbolu’dayız. 1396 yılında Yıldırım Beyazıt zamanında Osmanlı toprağı olan bu şehir’deki tarihi kale’nin bulunduğu yere çıkıyoruz. Bugün sadece kapısı kalan kale’nin içinde kurulan muhteşem şehir kalıntılarından izlere rastlıyoruz. Macar Kralı’nın önünde toplanan Haçlı orduları’nın kuşattığı bu kaleyi kurtarmak için 24 saat içinde Edirne’den Niğbolu’ya gelen Yıldırım Beyazıt’a Yıldırım ünvanının verildiği Niğbolu kalesi 3 savaş görmüş. Dinamitlerle yıkılan bu kaleden Tuna boylarını çekiyoruz.
Bir zamanlar köyleri ile birlikte 117 eserin bulunduğu Niğbolu merkezindeki 38 cami ve mescidden geriye sadece 3 cami ve 2 çeşme ile Hacı İbrahim Tekkesi kalmış. 70 bin nüfusu olan şehirde bugün 6 bin insanı yaşıyor bunların 4 bini müslüman. Tarladan dönen Türklerle sohbet ederken, yaşlı nineler bizlere Türklerin buraları unuttuğunu söylüyordu. Niğbolu kasabasının perişan hali ve yaşlı Fadime ninenin hüzünlü bakışlarını düşünerek Tuna boylarındaki gezimize devam ediyoruz.
Son dönem adını dünyaya zulümle duyuran Niğbolu ile Ziştovi arasındaki Belene ölüm kampı ile ünlenen şehirdeyiz. Tuna nehri içinde bir ada olan bu kampın bulunduğu yere geliyoruz. Güneş batmak üzere sahildeki balıkçılarla sohbet ediyoruz. Kampın uzaktan görüntülerini tespit ederken, burda da kominist dönemde işkence ile öldürülen Türk ve Bulgarları saygı ile hatırlıyoruz. Bugün Belene kampı yine hapishane ama zulüm eden yok.
Akşam geç vakitlerde Ziştoviye (Siviştov) geliyoruz. Köyleri ile birlikte 39 eserin bulunduğu bu şehirde bugün bir iki cami kalmış.Tuna sahilinde yeşillikler içinde bulunan şehir1791 yılında Osmanlı Avusturya savaşlarına son verilmesi için barış anlaşmasının imzalandığı yer. Tarihte çok parlak günler geçiren Ziştovi bugün unutulmuş kaderi ile baş başa bırakılmış. “Gözden ırak olan gönülden de ırak olur ” sözünü Ziştovi’de biraz daha iyi anlıyoruz.
RUSÇUK’DAKİ OSMANLI TRENLERİ GEÇMİŞİN MEDENİYET ABİDESİ..
Plevne – Rusçuk arasındaki beyaz anlamına gelen Bayala’ya uğramadan geçmek olur mu? Biz de bu güzel ve şirin kasabaya şöyle bir uğruyoruz. Adeta bem beyaz akan Bayala ırmağı üzerinde Osmanlı’nın son dönemlerinde yapılan tarihî taşköprü bütün ihtişamı ile karşımızda.
Biz köprünün çekimlerini yaparken yanımıza sürülerini otlatmaya götüren bir çoban yaklaşıp selâm veriyor. Kendisi ile kemerli taş köprü üzerinde sohbet ederken, Balık tutan Bulgarlar da yanımıza geliyor. Türk çoban köprüyü bir Türk paşasının yaptığını söylerken, eski günlere göre çok rahat olduklarını, şehir merkezine bir de cami yaptıklarını gururla söylüyordu.
Tuna boylarında yolumuza Rusçuk’da devam ediyoruz.1393 yılında Yıldırım Beyazıt zamanında Osmanlı toprağına katılan Rusçuk’da 1773 ile 1877 yıllarında iki kez Ruslarla savaş yapılmış. Rusçuk; Avusturyalıların isteği üzerine 1790′da Osmanlı ile barış anlaşması imzalandığı yer olarak da tarihe geçiyor.
Demir köprü ile, Romanya ile bağlantısı olan Rusçuk Mithat Paşa tarafından Osmanlı’da ilk demir yolunun Varna ile Rusçuk arasına yapılması ile biliniyor. Köyleri ile birlikte 256 Osmanlı kültür eserinin bulunduğu Rusçuk’da bugün ayakta sadece birisi yeni 2 cami kalmış. Çeşmeler, köprüler, han, hamam ve medrese gibi bir çok kültür ve vakıf eseri Ruslar tarafından yıkılarak yok edilmiş.
Rusuçukta gezimize devam ediyoruz.1875 yılında yapılan Mirza Sait Paşa Camisinin yanındaki konak Türkiye Diyanet Vakfı’nın katkıları ile Erkek İmam Hatip Lisesi haline getirilmiş.Türk Diyanet Vakfı’nın destekleri ile kurulan Kız İmam Hatip Lisesi bu Camiye çok yakın bir yerde.Okul Mirza Sait Paşa tarafından yapılmış bir konak’da hizmet veriyor, kapısında İslâm Kalkınma Bankası’nın katkısı ile restore edildiği yazılı. Kız ve erkek öğrencilerle sohbet ediyoruz.
Şehir merkezinde bir başka camiye gidiyoruz. 1993 yılında eski caminin temelleri üzerine yapılan beyaz kurşun kubbeli Hacı Mehmet Bey Cami İmamı bizlere Rusçuk’da yaşayan Türkler hakkında bilgiler veriyor. Tuna sahilindeki Osmanlı Tren garı gerçekten görülmeye değer. Mithat Paşa tarafından satın alınan lokomotif ve vagonlar koruma altına alınmış.
Sultan Abdülaziz’in bindiği Tren vagonu ziyaretçilere kapalı. Bulgar bekçi bizlere kapıyı açarak içeri buyur edip istediğimiz gibi Osmanlı trenlerinin çekimlerini yaptırdı. İstasyon binası geçmişin izlerini taşıyor, istasyondaki tarihî lokomotif ve vagonlar Osmanlı’nın Balkanlar’ı sömürdüğünü söyleyenlerin suratına âdetâ Osmanlı tokadı atar gibi duruyordu.
Rehberimiz, Mithat Paşa tarafından kurulan ziraat ve hayvancılık çiftliklerinin halen faal olduğunu da söylüyor. Şehre hakim tepede kurulu televizyon kulesinden ; Rusçuk şehri,Tuna nehri ve Romanya sahillerinin bir birinden güzel görüntülerini çekerek Rusçuk’a veda ediyoruz.
Şimdiki durağımız Razgrad , Süleymanpaşa tarafından 1393 yılında Osmanlı toprağına katılan bu şehir 1878 yılına kadar Silistre sancağının kazasıydı. 80 Kilometre mesafelik yolumuzu hızla tamamlayarak Razgrad şehrini uzaktan görüyoruz. Şehrin genel manzarasını çekerek şehir merkezine geliyoruz.
Şehrin merkezindeki meydanlıkta bulunan Kanuni Sultan Süleyman’ın veziri makbul ve maktül İbrahim Paşa tarafından1609 yılında yaptırılan bu güzel ve şirin caminin son cemaat mahalli yıkılmış. Her taraf perişan ve içersi kapalı. Cami avlusundaki tarihî hamam’ın dinamit ve tanklarla yıkılıp yerine bir kültür merkezi kurulduğunu öğreniyoruz.Cami’nin hemen yanında 1854 yılında Mithat Paşa tarafından yapılan Saat Kulesindeki saat halen çalışıyor. Değişen tek şey tepesindeki Hilâl’in yerini haç almış.
Razgrad merkezinde cuma günleri açılan 1608 yılında yapılan yeşillikler içindeki Ahmet Bey Camisine geliyoruz. Minaredeki güzellik bizi etkiliyor. 177 Osmanlı Vakıf Eseri’nin bulunduğu Hezrgrad şehir merkezinde geriye sadece 3 eser kalmış .
Deliorman veya Dolu Orman bölgesindeki Kemaller kasabası İsperih olmuş..
Yolumuz çok…. Zamanımız yok. Gezimizi; Tuna boylarından sonra Osmanlı tarihinde çok önemli yeri olan yiğit ve mert askerlerin, güçlü pehlivanların, alim ve fazıl din adamlarının, bilgi ve becerikli devlet adamlarının yetiştiği Deliorman (Dolu orman) bölgesinde sürdürüyoruz.
Bol ve çok ormanı olan bölge anlamına gelen Deliorman birçok şehir ve kasaba’nın bulunduğu Balkandağları ile Tuna nehri arasında kalan geniş bir ova. Deliorman’ın merkez bölgelerinden birisi olan İsperih (Kemaller) kasabasındayız. Belediye Başkanı Adil Raşitoğlu bizleri samimi bir hava içinde karşılayıp İsperih’in adının Han Asparuh’dan geldiğini, kasabanın adının daha önce Kemaller olduğunu söylüyor.
Belediye Başkanı’ndan Deliorman doğumlu ve bu bölgede yetişen ünlülerle ilgili bilgiler alıyoruz.İşte Deliorman’ın yetiştirdiği ünlülerden bazıları; Celal Bayar,İsmet İnönü’nün annesi Cevriye ve eşi Mevhibe Hanım, Ahmet Cevdet Paşa, Muallim Naci, Org. Nurettin Ersin ve Salih Omurtak, Pehlivanlardan Kel Aliço, Filiz Nurullah, Koca Yusuf, Kara Ahmet, Kurtdereli Mehmet.
İslamiyete büyük hizmeti olan ünlü din adamlarından Süleyman Hilmi Tunahan, Ahmet Davutoğlu ve Osman Keskioğlu’nun yanı sıra Türkiye’de işinde ve mesleğinde başarılı olmuş birçok kişinin kökenlerinin Deliorman bölgesinden olduğunu söylüyor ve bu isimleri sıralıyor.
Başkana bu ünlü kişilerin bölgeye gelip gelmediğini soruyoruz. Aldığımız cevap gerçekten üzüntü verici. Kökenleri bu bölgeden olan birçok ünlü kişi imkânları olmasına rağmen bölgeyle ilişkilerini kesmişler. Ancak bir isim varki talebeleri bu bölgeye büyük ilgi gösteriyor. Bu ünlü isim Süleyman Hilmi Tunahan. Başkan Raşitoğlu bizleri İsperih’e10 Km. mesafedeki Süleyman Hilmi Tunahan’ın doğduğu Ferhatlar ( Varatlar) köyüne götürüyor.
Osmanlı’nın son döneminde yetişmiş bir çok medreseyi başarı ile tamamlamış büyük ilim ve tasavvuf adamı Süleyman Hilmi Tunahan’ın doğduğu ve çocukluk yıllarının geçtiği Ferhatlar köyündeyiz.Osmanlı döneminde ordudan emekli olan askerler tarafından kurulan bu köy buram buram Anadolu kokuyor.
400 yıllık geçmişi olan bu köyün içinde muhteşem bir cami yapılmış. Başkan Raşitoğlu bu güzel caminin Süleyman Efendi’nin talebeleri tarafından yapıldığını, malzeme ve işçileri Türkiye’den gönderilen bu güzel ve eşsiz eserin ortaya çıktığını söyleyerek camiyi yapanlara teşekkür etmeyi de unutmuyordu.
Misafirhanesi olan bu cami gerçekten görülmeye değer. Bulgarsitanla ilişkisi olan herkes ama herkes kendi alanlarında Süleyman Efendi’nin talebelerinin yaptığı kadar bu bölgeyle ilgilenseler. Bulgaristan’da yaşayan Türkler her bakımdan güçlenir ve ekonomik alanda kalkınır.
SülâlesiFatihSultanMehmet’ineniştesinedayanan,SüleymanEfendi’nindoğduğuevegidiyoruz.BizleriHocaefendi’ninamcazadelerikarşılıyor.Öncekonuşmakistemiyorlar. Evin hiç bir şeyi değiştirilmeden talebeleri tarafından tamir edilmiş. Türkiye’de bir çok müftü, vaiz, imam ve din adamı yetiştiren, tek parti döneminde büyük haksızlığa uğramasına rağmen hakkında açılan tüm davalardan berat eden büyük ilim, din ve tasavvuf adamı süleyman hilmi tunahan’ın babası ve ilk hocası müdderris osman efendi’nin mezarını’da ziyaret ederek İsperih’ten ayrılıyoruz.
BALKANLARIN MANEVİ FATİHLERİDEN DEMİR BABA TÜRBESİNDEYİZ
Balkanların manevi fatihlerinden demirbaba tekesine giderken, belediye başkanı; türkiye’de yaşayan 6 milyon Bulgaristan kökenli türk’ün Ferhatlar köyünde olduğu gibi baba ve dede memleketlerini unutmayarak bu bölgelerle ilgilenmesini ve en az Süleyman Hilmi Tunahan Efendi’nin talebeleri kadar Bulgaristan’a ilgi duymasını istiyordu.
Demirbaba tekkesini Bulgar kültür bakanlığı restore etmiş. Muhteşem taş işçiliğine sahip tekke görülmeye değer mimari güzellikte ekkenin Gerek suyu ve gerekse havası adeta şifa kaynağı. İsperih’in suyunun bu Tekke’nin bulunduğu yerden gidiyor.