Fransız ressamlarından Ernest Lömol, Abdülmecid Efendi’nin resimle olan alâkasını bildiğinden beraberinde Figaro ve İlüstrasyon’un muhabiri Noel Rocer’i de alarak İsviçre’ye gelmişti. Noel Rocer, Abdülmecid Efendi ile olan görüşmesini İlüstrasyon’da şu şekilde neşretmişti:

“Dünyadaki bütün İslâmların manevî reisi olan ve mezhepleri ne olursa olsun, bütün Müslüman âlemi üzerinde mânevî hâkimiyeti mutlak olarak Papa’nın Hristiyanlar üzerindeki tesirinden daha büyük ve geniş nüfuza sahip bulunan bu yaşlı, bembeyaz uzun sakallı, iri yapılı fakat çok zinde ve dinç olan zat, Paris şivesiyle Fransızca konuşuyordu. Seyahat arkadaşımla, güzel sanatların muhtelif sahaları üzerinde, bilhassa resim ve heykeltraşlıktaki yeni cereyanlara ait olan konuşmalarını hayret ve zevkle dinledim. Görüşmeleri, afakî sahadan siyasete intikal ettirmemeye dikkat ediyor ve bu maksadına maharetle muvaffak oluyordu. Bu arada, Paris’e gelmesi de dahil olarak, istikbale ait arzu ve kararları üzerindeki sondajlarımıza müspet menfî hiçbir kat’î cevap vermedi.

“Ben rahatça söyleyebilirim ki, bugüne kadar Halifeyi ziyaret edenler arasında, onun istikbale ait arzularını öğrenmek isteyenler arasında istediklerini öğrenmiş olanlar asla yoktur ve hepsi bu çok nâzik, asaleti her bakımdan kendisini hissettiren, vakur ve ciddî zattan, ancak, kendisinin istediği kadarını öğrenebilmişler, fakat onlar da bizim gibi şahsiyetinin tesiri altında kalarak ayrılmışlardır. Halife’nin oğlu ve kızı da yanında idi ve bize ikisini de takdim etti. Tam bir Avrupa’lı havası içinde olan bu tanışmada uzun boylu, bir artist kadar güzel olan oğlunun, bir Alman Prensi gibi Cermen terbiyesi aldığını tahmin etmiştim. Nitekim Halife bir münasebetle oğlunun evvelâ Viyana, sonra Berlin’de tahsil ettiği ve kendi kanaatine göre ‘iyi bir asker’ olduğunu, fakat bu bilgisini ortaya koyabilme imkânına talihin müsaade etmediğini söyledi.

“Küçük Sultan ise, Binbir Gece masallarında tarifine rastlanılacak bir harikulâdelikte idi. Hiç kimsenin hayatında, bu kadar derin ve mânalı göz görebildiğini kat’iyyen zannetmiyorum. Huzurunda geçirdiğimiz dört saate yakın zaman içinde, Halifenin halinden şikayet ve kedere ait en ufak bir belirti dahi görmedik. Esasında kendisini mükedder eden / üzen bâzı hâdiseler mevcut olsa dahi bunları, yabancı bir kimseye hissettirmemenin haysiyet ve gururunu tamamen temsil ediyordu. Fakat, Paris’in resim atölyelerinden ve sanat hayatından bahsederken, heyecanlandığının farkına vardım. Eğer bir gün sâbık / eski Halife, Paris’imize gelirse, bu, siyasî gaye ve sebeplerle değil, fakat sanat aşkı ve daha büyük bir şehirde kendisini unutturmak ve avunmak arzusuyla olacaktır.”

Abdülmecid Efendi’nin söz ve davranışları Ankara hükümeti tarafından dikkatle takip ediliyordu. Dışişleri Bakanı bütün elçilik ve konsolosluklarımızı bu hususta vazifelendirmişti.

Bu noktai nazardan hareket edilince, Abdülmecid Efendi’nin o vakit Paris elçisi olan eski dostlarından Ali Fethi Bey’e “Hilafet makamının Türkiye Cumhuriyeti hudutlarının dışında herhangi bir yerde, aynı haklara sahip olarak tesisi ve kendisinin bu makama getirilmesi üzerinde ‘muhtelif memleketler’den yapılan ısrarlı telkin ve davetleri olduğu gibi anlatmış olması ve memleketi terk ederken, takip edilen siyasete aykırı gelebilecek hiçbir harekette bulunmayacağına dair verdiği sözü tekrar”…(Tarih Konuşuyor, s.1) etmesi boşuna değildi. Halbuki Abdülmecid Efendi, İngilizlerin doğrudan doğruya Hint Hilafet Komitesi ileri gelenleri vasıtasıyla yaptıkları teklifleri kabul etmediği gibi, yine Fransızların da, doğrudan doğruya ve Kuzey Afrika müslüman liderleri vasıtasıyla yaptıkları ricaları reddetmiş, Mısır Kralı Birinci Fuad’ın câzip tekliflerine de asla kulak asmamış; kendi kabuğuna çekilerek münzevî bir hayat yaşamaya başlamıştı.

Abdülmecid Efendi, Osmanlı Devleti’nin son veliahdı ve son halifesidir. 1868’de İstanbul’da doğdu. Babası Sultan Aziz, annesi Hayranıdil kadındır. Çocukluğu Dolmabahçe Sarayı’nda, gençliği ve sonraki seneleri Çamlıca’da kendisine tahsis edilen köşkte geçti. İyi bir tahsil gördü. Fransızcası, Arapçası ve Farsçası kuvvetliydi. Almancayı da öğrenmeye gayret etmişti. Musikiye karşı derin bir alâka ve meftûniyeti, resme karşı büyük bir istidat ve kabiliyeti vardı. Kuş merakı da kayda değer. Hayatı muntazamdı…Beş vakit namazını hiç aksatmaz; her Cuma muhtelif camilere gider, halkla münasebetten çekinmezdi…Aziz dostları arasında bilhassa edip, şair ve sanatkârlar müstesna birer yer tutardı…

banner983
Misafir Avatar
İsminiz
Yorum Gönder
Kalan Karakter:
Yorumunuz onaylanmak üzere yöneticiye iletilmiştir.×

banner376

banner375

banner377

banner981