banner1152

Âbidin Paşa’nın (1843 – 1908) yazdığı, Osmanlıca olarak basılan ve neşredilen “Terceme ve Şerh-i Mesnevî-i Şerif” adlı kitabın başında “Mevlânâ Câmi’nin Hazret-i Celaleddin-i Rumî -kuddise sırruhu’s-sâmi- hakkındaki kıt’a-i meşhuresidir” denilerek onun şu beyitlerine yer verilmiştir:

“An Feridun-ı cihan-ı mânevî
Bes bud bürhan-ı zâteş Mesnevî

(O mânevî yani mânâ dünyasının Feridun’udur. Mesnevî, O zâtın büyüklüğünün delili oldu.)

“Men çi guyem vasf-ı an âli-cenab
Nist peygamber velî dared kitab.”

(O âlicenab yâni O yüce şahsın vasfı / niteliği hakkında ben ne diyeyim? Elbette Peygamber değil. Ama kitabı var.)

“Mesnevî”yi tercüme ve şerheden / Türkçe’ye çevirip açıklayan “Âbidin Paşa” ve eseri ise okuyucuya şöyle takdîm edilmekte / sunulmaktadır:
“Efazıl-ı vüzera-yı saltanat-ı seniyyeden (yüce saltanatın faziletli vezirlerinden) Cezayir-i Bahr-i Sefîd (Akdeniz adaları) vâlisi sâbık (eski vâlilerden) merhum (rahmetli) Âbidin Paşa’nın âsâr-ı mu’tebere-i kalemiyesindendir (yazdığı çok beğenilen eserlerinden biridir).”
Eser, mütercimin (tercüme eden yani çevirenin) mukaddimesi (önsözüyle) (s. 1-3) başlıyor.
“Şârih ve Mütercim-i Kitab (kitabı tercüme edip açıklayan) Âbidin Paşa’nın muhtasar (kısa) Terceme-i Hâli (biyografisi / özgeçmişi)yle” (Kitabı çeviren ve açıklayan Âbidin Paşa’nın kısa hayatıyla) devam ediyor. (s. 4-6)
“Neseb ve Terceme-i Hâl-i Hazret-i Mevlânâ -kuddise sırruhu’l-a’lâ- (Onun yüce sırrı mukaddes ve mübarek olsun).” (Hz. Mevlânâ’nın kısaca hayatı ve soyu)yla sürüyor. (s. 6-12)
“İhtarat”la, yâni esere ne gözle bakılması gerektiğini hatırlatan “uyarı” ile okuyucunun dikkati çekiliyor. (s. 13)
“Sahib-i Mesnevî Mevlânâ Celaleddin-i Rumî -kuddise sırruhu’s-sâmi- (O’nun yüksek sırrı mübarek ve mukaddes olsun) hazretlerinin Arabiyyü’l-ibare yazdıkları dibace”ye (Mesnevî sahibi Mevlânâ Celaleddin-i Rumî hazretlerinin Arapça olarak yazdığı önsöz)e yer veriliyor. (s. 14-15)
“İşbu dibace-i şerîfe’nin tercemesi.” (Bu şerefli önsözün çevirisi) denilerek de Türkçesi’ne geçiliyor. (s. 15-16)
Nihayet “MESNEVΔ başlığıyla “Mesnevî”ye başlanıyor. (s. 17)
X
MESNEVÎ
“Bişnev ez ney çün hikâyet miküned
Ez cüdayîhâ şikayet miküned”

Terceme (Çeviri): İşit neyden nasıl hikâyet; firak (ayrılık)lardan şikayet eyler.
1
Şerh (Açıklama): Neyden maksad ârif va âkıl (akıllı) olan insandır, ki ağzından daima âşıkane (âşıkca, âşıka yakışırcasına) ve lezîz (lezzetli) ve ma’nîdâr (mânâlı) sözler zuhur eder (meydana gelir). Beyt-i şerîfin (şerefli beytin) ikinci mısraında (dizesinde): Firak (ayrılık)lardan şikayet eyler, buyurulması ârifin cihan-ı ruhanîden (ruhanî âlemden) ayrılıp dünyada bulunmasından ve tahvîlat-ı elîmeye (acı değişmelere) giriftar olmasından (uğramasından) şikayet etmesidir.
Mesnevî-i Şerîf’in (Şerefli Mesnevî’nin) ilk beyti (ilk ikili dizeleri) olan işbu beyt-i şerifde (ilk iki dizede) Celaleddin-i Rumî -kuddise sırruhu’s-sâmi (O’nun yüce sırrı mukaddes olsun)- hazretleri sem’a müteallik (kulağa ait) olan “işit” emriyle bed’ buyurmaları (başlamaları) hem beyan buyurdukları (anlattıkları) nâyın (ney’in) sadâsı (sesi) bi’t-tab’ (tabiatiyle) sem’a (kulağa) muhtaç ve hem sem’ (kulak) sair (diğer) a’zâdan (uzuv ve organlardan) daha efdal (daha faziletli ve üstün) olmasındandır.
Sem’den (kulaktan) sonra a’zanın (uzuv ve organların) en mûteberi (en kıymetlisi) olan göz bile yalnız bâzı maddiyat-ı mahdûde (sınırlı maddeleri) görebilir; sem’ (kulak) ise mâneviyat (mânâyla ilgili) ve ma’kulat (aklî şeyleri) ve bir çok hüküm-i mâlânihâyeyi (sonsuz hükümleri) işitir. Enbiya-yı zîşân (şanlı nebîler) bais-i selamet-i dü-cihan (iki cihan saâdetine sebep) olan irâdât-ı Rabbaniyeyi (Rabbin irade ve isteklerini) teblîğ (duyurmak) için bittabi’ (tabiatiyle) müstemiînin (işitenlerin) sem’ine (kulağına) müracaat ederler (hitap ederler, başvururlar) idi. Göz, nur-ı âfitab (güneşin nuru) ve şem’-i pür tab (mum ışığı) olmayınca göremeyip muattal (işlevsiz) ve bî-tab (güçsüz) kalır.
Semi’ (kulak) ise hurşid (güneş) ve şem’ (mum) ve mâhtâb (ay ışığı) gibi sûrî (şeklî) münevvirlere (aydınlatıcılara) muhtaç olmayıp (yani olmaz). (Kulak) daima istima’ (eder, işitir) ve mesmûât-ı mütenevvia (çeşitli işitmeler) ile aklın nur ve kuvvet-i mâlûmâtını (bilinen kuvvet ve nûrunu) her şeyden ziyade tezyîd (eder, arttırır). Ve insanın kadrini i’lâ (eder, yüceltir). Ve mezîd eyler (çoğaltır). Alelhusus (özellikle) Kur’an-ı Azîmüşşânın (Şanı Yüce Kur’an’ın) hâvi olduğu (içerdiği) irâdât (iradeler) ve âyât-ı beyyinâtta (beyan edilen âyetlerde) sem’ (işitmek) ve basar (görmek) tezkâr olunduğu (zikredildiği) zaman daima sem’in (işitmenin) basar’a (görmeye) takdîm olunduğu (yâni göze nazaran kulağa; görmeye değil işitmeye öncelik verildiği) derkâr (açık)tır.
Enbiya-yı Zişandan (Şanlı Nebîlerden) hiç birisini Allah Teâlâ Hazretleri (Yüce Allah) asamm (sağır) olarak ba’s buyurmadı (göndermedi). Fakat illet-i amaya (körlüğe) müptela olanlar (uğrayanlar) vardır.
Beyt-i şerîf-i mezkûrda (zikredilen şerefli beyitte) ârifîn (ariflerin) nâye (ney’e) teşbih olunmasında (benzetilmesinde) münâsebât-ı kesîre (çok münasebetler) bulunur. Bir kaçını ta’dâd edelim (sayalım):
İbtida (önce), Ney kamışlıkta olup, kesilmemiş iken daima neşvünema(dadır yani büyüyüp durmaktadır). Ve taze hayat bulur idi. Kesildikten sonra kurudu. Ârifin (Allah adamının) rûhu
dahi âlem-i ervâhda (ruhlar aleminde) lezaiz-i malanihaye-i maneviyeye (manevi sonsuz lezzetlere) mazhar (kavuşmuş) iken gaddar (merhametsiz) ve huşk (kuru) olan dünyaya gelince (s. 17) ayn-ı âb-ı zülal (tatlı göze suyu gibi) olan âlem-i ervâhdan (ruhlar âleminden)
Mahrum (ve yoksun) kaldı. Ve susuz kalmış gibi kurudu.
Saniyen (ikinci olarak), Ney’den âşıkane (âşıkcasına) sadâlar (sesler) çıkar. Ârif olan insandan dahi âşıkane (âşıkcasına) ve ârifane (ârife yakışan) sözler zuhûr eder (çıkar).
Sâlisen (üçüncü olarak), Nay’in (Ney’in) sadâsı (sesi) müstemiînin (işitenlerin) aşkını tezyîd eder (arttırır). Ârif’in (irfan sahibi zâtın) dahi kelimat-ı hikmet-i âyâtı (âyetlerin hikmetlerini açıklayan
kelime ve sözleri) müstemiînin (işitenlerin) aşkını müzdad (eder, ziyadeleştirir) ve kalblerini âlâm-ı kevniyeden (kevnî yani dünyaya ait elemlerden âzâd eyler (kurtarır). 

2
Râbian (dördüncü olarak): Nay’in (Ney’in) âvâz ve sadâsından (sesinden) ekser (çok defa) bir hikaye, bir macera-yı aşk (aşk macerası) hissolunur. Ârif’in sözünden dahi ekser evkatda (çok zaman) âşık-ı hakikilerin (gerçek aşıkların) ahval-i âliyeleri (yüce halleri) ve alem-i lahutun (ilahi alemin) esrar-ı ulviyesi (yüce sırları) işitilir.
Hamisen (beşinci olarak), Nay’in (Ney’in) hüneri zahir (görünen) cisminde değil derunidir (içseldir). Arifin (Allah’ı hakkıyla bilen kişinin) dahi kemalatı (mükemmelliği) batınidir (içe aittir).
Sadisen (altıncı olarak): Nay’in (Ney’in) kameti (boyu) doğrudur. Arifin (irfan sahibi kişinin) dahi hali doğru ve hulku (ahlakı) kerimdir (eli açıktır, ulu kişilik sahibidir).
Sabian (yedinci olarak): Ney çünki kamışlıktan kesilip ayrıldı. Gariptir. (Yalnızdır. Vatanından ayrıdır. Yani gurbettedir). Âlem-i ervahtan (ruhlar aleminden) ayrılan ârif (Allah adamı) dahi dünyada gariptir.
Saminen (sekizinci olarak): Ney’in içi her şeyden hâli (boş) ve yalnız nefh-i aşkla (aşkın üfleyişiyle) mâlidir (doludur). Arif (irfan sahibi kimse) dahi her nev (her çeşit) gıllu gıştan (kin ve hileden) vareste (olup kurtulmuştur). Ve kalbi hubb-ı aşk-ı Rabbaniyle (Rabbe karşı duyduğu aşk ve sevgi ile) ârestedir ( süslenmiştir).
Tasian (dokuzuncu olarak): Ney kendiliğinden âşıkane (aşıklara yakışır şekilde) ses çıkaramaz. Üstad bir nâhifin (üfleyicinin) demine (soluğuna) muhtaçtır. Arif dahi müteselsilen (zincirleme bir şekilde) varis olageldiği (mirasçı olabildiği) bir nefh-i feyyazane (feyizli, bereketli bir üfleme) ile demsazdır (sırdaş ve dosttur). Çünki Mesnevi-i Şerif’de hikmet ve ruhaniyetten bahs olunacaktır.
İşbu ilk beyt-i şerifin şerhinde (açıklamasında) mütalaat-ı atiyenin (bir sonraki düşüncelerin) îradı (söylenmesi) münasib addolundu (uygun görüldü.)
Şöyle ki: İtikad (inanç) ve adem-i itikada (inançsızlığa) dikkatle bakılırsa insanların ekseri (çoğu) üç kısım görünür: Kısmın biri, her işin Haalık ve Sâni’ (San’atla Yaratanı) ve Hâfızı (Koruyucusu) Cenab-ı Vacibü’l-Vücud (varlığı zorunlu olan Allah) olduğuna ve ruhun varlığına ve bekasına (kalıcı olmasına) ve ba’de’l-mevt (öldükten sonra) insan için ceza veya mükafat (ödül) olacağına kemaliyle (tam manasiyle) iman eder (inanır) ve bu iman (inanç) üzere bu kısımda dahil olanlar (bu kısma girenler) Allah Teala’ya (Yüce Allah’a) ibadet (ve kulluk ederler). Ve meşru (Şeriat yani Dine uygun) olan umûr (işler) ile iştigal (edip uğraşırlar). Ve kendilerini cavidî (daimi) surette nail-i saadet ederler (mutluluğa ulaştırırlar).
Müddeiyat-ı münkiranenin (inkar edici iddia ve savların) nakli ve ba’dehu (ondan sonra) cerhi (çürütülmesi) Kur’an-ı azimüşşanın (şanı büyük Kur’anın) muktezayı belagat (belagatının, beliğ ve edebî oluşunun bir icabıdır). Ve üslub-ı hikmet-i ayatından (ayetlerinin hikmetli üslubu gereğidir). Ve kütüb-i mutebere-i İslamiyenin (değerli İslamî kitapların bizleri ulaştırdığı bir sonuçtur). (Bütün bunlar O’nun) de’b-i âlisinden (yüce usulleri gereği) olmak hasebiyle(dir).
Bu mahalde dahi (işte burada) münkirlerin (inkar edicilerin, inançsızların) iddia-yı cehalet-i
intimalarını (bağlandıkları cahilce ve bilgisizce olan iddia ve savlarını) bitemamiha (tamamen) tahrir (edecek, yazacak) . Sonra edille-i muknia (ikna edici deliller) ile cerh (edilecek, çürütülecek) ve sakametleri (illetli, bozuk ve yanlış oldukları) tezbîr edilecektir (yazılacaktır).
Kısm-ı sâni ashabı (ikinci kısma mensup) olan münkirlerin (inançsızların) zu’munca (anlayışınca) insanın ruhu olmayıp (yani insanın ruhu yoktur). Yalnız cisimden ibaret bir hayvan olduğundan (yani yalnız kuru bir maddeden ibarettir). (Böyle olduğu için) vefatından (ölümünden) sonra terkibat-ı bedeniyesi (bedenini oluşturan terkip ve birleşimler) hall (olur yani çözülür) ve şahsiyeti külliyyen (tamamen) fani (ve yok) olur!
3
Bu taife-i muzırra (bu zararlı gurup) ruhaniyet (ruhaniliği) ve ahiret(i ölüm sonrası hayatı) ve uluhiyeti (ilahlığı) inkar (ederler). Ve kendileri gibi ahmak olanlara azim (büyük) zarar ve hasar îras ederler (verirler).
Mükevvenatın (varlığın) ve intizam-ı alemin (alemdeki düzenliliğin) sebebi kendilerinden sual edilse (sorulsa, bunu) tabiata haml (eder, yükler) ve isnad eylerler (dayandırırlar). Cehalet (bilgisizlik) ve belahetleri (ahmaklıkları) kadar (s. 18) kendilerinde büyük bir şey var ise o da inad ve ısrarlarıdır.
Bu kısmın kandırılması gayri mümkin (yani imkansız) görünüyor. Diğer kısım ehli, tereddüt etmektedir (kabul ile red arasında bocalamaktadırlar). Der(ler) ki: Mevcudatı (varlıkları) Cenab-ı Hakk (Allah) mı halk etmiş (yaratmış) yoksa kendi kendine ve(ya) tabiat vasıtasıyla mı vücuda gelmiş? İnsanda ruh denilen şey filhakika (gerçekten) mevcut mudur? (Var mıdır?) Yoksa intizam-ı bedenden (bedenin düzenli oluşundan) ve insanda görünen feyiz ve zeka ve hissiyat, başındaki a’sabdan (sinirlerden) ibaret midir?
Kudret-i Rabbaniye (Rabbani, Rabbe ait bir güç) ve ruh ve ahiret ve beka ve ceza ve mükafat-ı ruhaniye (ruhani ve bedensel bir ceza ve mükafat, ödül) var mıdır? Yoksa ruhaniyet (ruhanilik, ruhluluk) olmayıp (yani yoktur). (Bu durumda) insan vefat edince (ölünce) vücudun intizamı bozularak ve ecza-yı bedeniyesi (bedeni teşkil eden, oluşturan cüz ve parçalar) hall olunarak (çözülerek) şahsiyet-i maneviyesi (manevi kişiliği) kalmamış mı olur?
Müteaddid olan (tereddüt ve ikilem içinde kalan) kısmın hatırlarına (akıllarına) böyle şeyler gelir. Ve fakat hiçbir ciheti (hiçbir tarafı) kat’iyyen (kesinlikle) tasdik (edemez kabullenemezler). Veya (hiçbirini) tekzib edemezler (yalanlayamazlar). Tereddüdde (ikilemde kabul ve red arasında) kalanların fikri tashih olunur (düzeltilir) ümidiyle bu bahse (bu konuya) müteallik (ait) isbat-ı hakikat eder (gerçeği kanıtlar). Bazı tafsilata (açıklamalara) girişmek münasib addolundu (uygun görüldü):
Arab, Yunan, Roma ve Avrupa’nın en büyük feylesofları Cenab-ı Haalikın (Yaratıcının) vücudunu (varlığını) ve intizam-ı âlem (âlemin düzeni) için derkâr (âşikâr, bilinen) ve muktezi (gerekli) olan kudret-i Rabbaniyesini (Rabbin gücünü), ruh-ı insanın (insan ruhunun) varlığını ve ba’de’l-mevt (öldükten sonra) bekasını (kalıcı oluşunu hep söyleyegelmişlerdir. Nitekim bunu) isbat etmek zımnında (kanıtlamakla beraber) ol kadar (öylesine) dakik (ince) efkar (fikirler) ve mülahazat (düşünceler) beyan etmişlerdir (açıklamışlardır), ki birer birer tarife kalkışılacak olsa bu makule (bu çeşit) mütalaata (düşüncelere) zihnini alışdırmayan zevat (kişiler) o dekayıkı (o incelikleri) anlamakda muztar olacakları (çaresiz kalacakları açıktır). Ve
(bundan dolayı) hissedecekleri ıztırab (ve üzüntü) üzere bu bahsin (bu konunun)
mütalaasından (düşünülmesinden) dahi külliyyen(tamamen) sarf-ı nazar etmeleri (vazgeçmeleri) melhuz (umulur) olduğundan, makalat-ı mufassalalarından (geniş açıklamalardan) sarf-ı nazarla (bunları bir tarafa bırakmakla yetindik).
Zeki bir adamın anlayabileceği edille-i akliye (aklî delilleri) beyan (eder) ve hasbe’l-icab
(durumun gereği) yalnız üç hakîm-i meşhurun (ünlü üç hakîmin, âlim ve filozofun) makalatı
(sözleri) âtide (aşağıda) derc (edip onlara yer vereceğiz). Ve (böylece) ityan olunur (onları ele alıp söz konusu edeceğiz):
Evvel emirde (her şeyden önce) gördüğümüz ve his eylediğimiz mevcudata (varlıklara) atf-ı nazar-ı hikmet edelim (hikmet gözüyle şöyle bir bakalım). İbtida (önce) güneşe ve muntazam olan hareketine dikkat olunsun. Güneş bir cism-i gayr-i müdrik (kendinden habersiz bir cisim) iken her sene, her ayda, her günde mevsimlere göre muayyen (belli) olan evkat (vakitlerde) ve mevaki’de (mevki ve yerlerde) görünür.
Sonra gece olunca adedi (sayısı) milyonlara bâliğ olan (varan) kevakibe (yıldızlara) nazar edilsin (bakılsın). Ehl-i Hey’etin (Astronomların, yıldız ve gök ilimleriyle uğraşanların) ittifakı (söz birliği
4
etmeleri) üzere yalnız küre-i arzdan (dünyadan) görünebilen milyonlarca yıldızların her biri kemal-i intizam ile (tam bir düzen içinde) büyük bir vazife (ve görev) icra eyler (yapar).
Ve harekat-ı serialarında (seri hareketlerinde) biri birine ziyan (ve zarar) vermeyip, kâffesi (hepsi) muti’ (itaatli) hizmetkarlar gibi muayyen (belli) ve muntazam (ve muayyen) zaman ve surette hareket (ederler). Ve (onları seyreden) ulü’n-nühaya (yani akıllı kişiler) bahş-i hayret (bu durum karşısında hayret) ederler. Hareketleri ol kadar (o derece) muntazamdır (düzgündür) ki, mesela yüz ve yüz elli sene sonra bir kevkeb-i fezayı (fezadaki bir yıldızın) vasi-i semanın (çok geniş olan semanın) hangi noktasında bulunacağı ehl-i nücum (heyet-şinaslar, astronomlar) için sühuletle (kolayca) malum olur (bilinir).
Mamafih (bununla beraber) bu harekat-ı ma’kule (bu bilinen hareketleri) ve muntazamayı (muntazam hareketleri) icra eden (yerine getiren) ecram-ı semaviyenin (semadaki yıldızların) vücudu (varlığı) küre-i arzımız (dünyamız) gibi (s. 19) kamilen (tamamen) cemadattan (cansız varlıklardan) ve akıl ve idrakten mahrum (ve yoksun) zerrattan (zerre ve atomlardan) mürekkep (meydana gelmiş) cisimlerdir.
Bunlar, bu fevkalade (olağanüstü) muntazam (düzgün) hareketi nerde buldular?
Bu intizam-ı azîm (büyük intizam) Haalıklarının (Yaratıcılarının) emri değil midir?
Yoksa ahmak münkirin (inkarcının) fikri gibi tabiat vasıtasıyla veya tesadüf kabîlinden (çeşidinden) olarak mı hâsıl oldu (meydana geldi)?
Fikr-i amîk (derin bir fikir) ile düşünüldükçe anlaşılır ki âlemde görülen bu hayret-bahş (hayret verici) intizam (ve düzen) için “tesadüf” (raslantı) ve “tabiat” lâfızları (sözleri aslında) mânâsız (dır). Ve her nasılsa dikkatsizliklerle veya anudane (inatla) isti’mal olunur (kullanılır) iki lâfızlardır (sözlerdir). Çünkü küre-i arz (dünya) ve sair (diğer) ecram-ı semaviye (gökteki yıldızlar) cümle kimyagerlerin (bütün kimyacıların) ve hükemanın (feylesofların, filozofların) ittifakı veçhile (söz birliği etmeleriyle) hadd-i zatında (aslında) fehm (anlayış) ve harekete gayr-i müstaid (kabiliyetsiz) zerrelerden (atomlardan) terekküp etmiş (meydana gelmiş) cisimlerdir. Ki âkıl (akıllı) ve müdrik (idrak sahibi) olmadıktan başka maye-i vücudları (vücud mayaları) olan zerrat (atomlar) gibi muharriksiz (hareket ettirici olmaksızın) hareket etmeğe gayr-i muktedirdirler (iktidar ve güçleri yoktur).
Toprak ve taş ve sair (diğer) cemadat (cansız varlıklar) gözlerimizin önündedir. Tahrik
edilmeyince (harekete geçirici olmayınca) hareket edemezler. İnsanın bedeni bile en mükemmel terkibattan (sentezlerden ibaret) iken tefrik olunsa (parçalara ayrılsa) ecza-yı müteferrikası (ayrı ayrı parçaları) harekete (geçmeye) gayr-i muktedirdir (güç ve iktidarları yoktur). Ancak hayatta (yani canlı) iken hareket eder.
Fakat bu hareket, âsârı (eserleri) meydanda olan ruh vasıtasıyladır. Ruh gidince hareket kalmadıktan başka ahsen-i maddiyat (maddeye ait varlıkların en güzeli) olan beden-i insan
(insan bedeni) mahûf ve şâyân-ı nisyan (unutulmaya mahkûm, ürkütücü bir varlık) olur.
Zerratın (zerrelerin, atomların) harekete (geçmeye) adem-i iktidarı (güç yetirememeleri) cay-ı bahs (bahse değer) bir mes’ele olmayıp (bahse değer bir mes’ele ve konu değildir). Binaenaleyh (bundan dolayı) zerrattan (zerre ve atomlardan) mürekkep (meydana gelen) ve ruh ve arzudan mahrum (ve yoksun) her ne kadar ecsam (cisimler) ve ecram (yıldızlar) var ise bir muharrik (harekete geçirici) olmayınca hareket eylemeleri kat’iyyen (kesinlikle) muhaldir (imkansızdır).
Bu cihet müsbet (sabit olmuş) iken ruh, akıl, arzudan mahrum olan milyonlarca ecram-ı semaviye (gök cisimleri) bila muharrik (harekete geçiren olmadığı halde nasıl); âkıl (akıllıca hareketler yapabilir)? Bila muharrik (harekete geçiren olmaksızın nasıl) kaadir (güçlü olabilir)? Nasıl meşhud (görülen) ve mâlûm olan (bilinen) hareketlerini (yapabilir)? Ve alelhusus (özellikle nasıl bu haldeyken) intizamlarını (yörüngelerini) bulabildiler?
5
Bu hareket tesadüfen geldi, bu intizam tesadüfen bulundu denilirse insaf olunsun, ki bu bahisde tesadüf lâfzını yalnız lisan söyler, ama akıl ve vicdan reddeder. Münkiran (inkar ediciler) bile bir müddetten beri tesadüfü hemen terk (etmişler). Ve ecram-ı semaviyenin (gökteki yıldızların) muntazam (düzgün bir şekilde olan) hareketlerine sebep (olarak şunu görmüşlerdir): Tabiatda olan kavanin-i umumiye (genel kanunlar) yani kuvve-i câzibe ve dafia (çekim kanunu) ve hararet gibi şeylerdir, derler.
Kavânîn-i umumiye (genel kanunlar) ta’bîri dahi münkirlerin (inkâr edicilerin) dâvâları için tesadüf lâfzı (sözü) gibi mânâsız kalır. Filhakika (gerçekte) ecramda (yıldızlar için) kavânîn-i umumiye (genel kanunlar) vardır. Ama kemal-i akl ve hikmetle (tam bir akıl ve hikmetle) vaz’ olunmuş (konulmuş olan) kavânîn-i ma’kule-i umumiyesidir (genel akla uygun kanunlardır), ki bir Hakîm-i Mutlak’ın (Mutlak Hakîm bir Allah’ın), bir Sâni’-i A’zâm’ın (en büyük ve san’atla yaratıcı olan bir Allah’ın) vücuduna (varlığına) her şeyden ziyade (her şeyden çok) şehadet ederler (şahit ve tanık olurlar. Öyleyse) kavanin-i umumiyeyi (genel kanunları) tertip eden (ortaya koyup düzenleyen) kimdir?
Mesela kuvve-i cazibe ve dafia (denen çekme ve itme kuvvetini kim koymuştur)? Ve hararet (sıcaklık) ve elektrisiteyi (?) (elektriği (?))kim düşünüp (içlerine yerleştirmiştir)? Her cisimde muktazî (gerekli) olan mikdar-ı zerratı (atomların miktarını kim tayin etmiştir)? Ve kuvvetlerini ve mevkilerini (yerlerini) ve bu’d (birbirlerine olan uzaklık) ve kurblarını (yakınlıklarını) ve intizama (düzenlerine) halel (bozukluk) gelmemek için derece-i sür’atlerini (hızlarını) kim vaz’ etmiş (tespit etmiş)tir?
Feleklerde (göklerde) ecram-ı (s. 20) münevvereyi (ışık saçan yıldızları) terkîb eden (bir arada tutan kimdir)? Zerrat-ı münevvere (parlak zerreleri) ve ecram-ı kesîfeyi (yoğun bir şekilde bulunan yıldız ve gezegenleri) teşkîl eyleyen (bir arada tutan kimdir)? Zerrat-ı gayr-i münevvireyi (ışıksız zerreleri) biribirinden kim tefrik (edip ayırmış)? Ve (kim) tertîb etmiş (düzenlemiş)? Ve (kim) hayret-bahş olan (hayret verici) bu intizam-ı azîmi (bu büyük intizamı)
kim husule getirmiştir (kim meydana koymuştur)?
Kuvve-i cazibe (çekim kanunu) ve hararet (sıcaklık) ve sair (diğer) mevadd-ı mevcudenin (mevcut maddelerin) bî-akl ve tedbîr (akılsız ve kendilerini idareden âciz) olduklarını münkirler (inkârcılar) dahi tasdîk ederler. O halde bu bî-akl (akılsız) ve bî-tedbîr (idareden âciz) olan ecram (yıldızlar) ve mevadd (maddeler) böyle büyük intizamı (bu büyük düzeni) istihsal (ortaya çıkarmak) için (ne yaptılar)? Nasıl (oldu da) her birine muktazî (ve lâzım) olan zerrât (zerre ve atomları) ve kuvveti tefrîk (edip, farkedip ayırdılar)?
Ve (nasıl oldu da her biri kendilerine gereken) sür’ati meyanelerinde (aralarında) taksîm
(tayin ve tesbît) ettiler? Ve hangi akıl ve lisan (ve dil) ile meyanelerinde (aralarında bu şekilde) karar verdiler? Ki meselâ küre-i arza (dünyaya) bu mikdar (bu kadar) zerreler (atomlar) ve sıklet (ağırlık) ve hararet (sıcaklık) verelim.
Ta ki yirmi dört saatde bir def’a ve senede diğer bir hareketle deveran edebilsin (dönebilsin) …Ve güneş ve sair (diğer) ecsama (yıldız ve gezegenlere) bu zerrat (bu atomlar) ve (bu) kuvvetler verilsin de mukannen (muayyen) zamanlarda hem mihverlerinde (eksenlerinde) ve hem mihverleri haricinde (eksenleri dışında) ve cazibleri (kendilerini çekenlerin) etrafında mütemadiyen (durmaksızın) hareket (etsinler) ve bu büyük intizam ve ittifakı (uyuşmayı) hıfz etsinler (korusunlar).
Buraları (bunları) işiten veya inadından işitmek istemeyen münkir (inkarcı kişi) bila-teemmül (iyice düşünmeden) bunları tabiat yapmış tabiriyle ızhar-ı belahet (edip, akılsızlığını göstermiş oluyor). Ve kendini musırrane (ısrarlı bir şekilde) berbad eyler (kendini güç durumda bırakır).
(Bütün bunları yapan, güç kuvvet verdikleri ve her şeyi ondan sandıkları) tabiat mı? Tabiat (doğa) ne demek? Hangi tabiat? Bu tabiat (ve doğa dedikleri şey) Anka (kuşu) gibi bir hayvan-ı mevhum mudur (vehmedilen, kuruntudan ibaret bir hayvan mıdır)?
6
Yoksa tabiattan (doğadan) maksat; ecram (yıldız ve gezegenler) yani taş toprak, deniz, rüzgar, hava, hararet (sıcaklık), bürûdet (soğukluk), kuvve-i câzibe (çekim kanunu), kuvve-i dafia (itme kuvveti) ve bu gibi keyfiyat (ve durumların) ve maddenin müteferrikan (farklı farklı, başka başka) veya min haysü’l-mecmû’ (mecmuu, tamamı itibariyle, bütün bu saydıklarımızın toptan, hepsinin) ismi midir?
Eğer tabiat (doğa dediğimiz şey bütün) bu keyfiyet (bu durum) ve (tüm) mevaddın (maddelerin) ismi ise, yalnız isimleri değil vücudların kâffesi bile (hepsi de) bî-akl (akılsız) ve (bî) idraktir (idraksizdir). Bî-akl ve idrak (akılsız ve idraksiz oluş) ise hiçbir vakit ittifak(ı) (uyuşmayı) ve intizam etmek (düzene koymak gibi bir şeyi) bilemez.
Ve kavaid-i umumiye değil, hususiye bile (bırakın genel kaideleri, özel kuralları dahi) vaz’
edemez (ortaya koyamaz). (Tabiatı, Doğayı) “Bilir”, “Eder” dava edenler bî-akl ve idrak (akılsız
ve idraksiz) olan cemadattan (cansız maddelerden bile) daha bî-akl ve idraktirler (akılsız ve
idraksizdirler).
Na-ma’kuul olan (aklı olmayan) madde bilâ-emr (emir almadan) ma’kuul (akla uygun) hiç bir vakit muntazam (düzgün) ve ma’kuul (akla uygun) bir şey vücûda getiremez.
Tabiat, mevcudatın (varlıkların) ve mevcudatta görülen hâlâtın (hâllerin) âdi (sıradan bir) ismidir. Bir kuvve-i akliye ve faaliye (kendiliğinden akledecek ve faaliyete geçecek durumda) değildir.
Birkaç sene evvel Paris’te tab’ olunan (basılan) maarif lügatinde (Devlet Sözlüğü’nde) “Natur” yani “Tabiat” lâfzının (sözünün) mânâsı âtideki (aşağıdaki) vecihle (şekilde) ta’rîf
olunur:
“Tabiat” lâfzının (Sözünün) üç mânâsı vardır: Biri, kâffe-i ecsamın (tüm cisimlerin) min haysü’l-mecmû’ (tamamının) ismidir.
Diğeri her bir cismin iptidadan (başından beri) cereyan eden (olagelen) ahvalidir (durumudur).
Ve diğer mânâsı (anlamı) Allah Teâlâ (Yüce Allah) hazretlerinin ecram ve ecsamda (yıldız, madde ve cisimlerde, onlara) bahş eylediği (verdiği) intizamın (ve düzenin) ta’rifidir (tanımıdır).
İşte ashab-ı maarif (bilenler) için tabiatın mânası budur.
X
(Tabiatın Sâni’ ve Yaratıcı olduğunu iddia edenlere -biz de “Kim bu Tabiat?” diyerek- şu soruları soruyoruz:
-İnsanları kim yapmıştır?
Cevap: Tabiat!
-Bitkileri ve hayvanları kim yapmıştır?
Cevap: Tabiat!
-Güneşi ve Seyyareleri kim tanzim etmiştir?
Cevap: Tabiat!
-Yıldızları Sema’ya kim dizmiştir?
Cevap: Tabiat!
Bu ve benzerî soruları sormaya devam ederek, tabiatin yaptığı iddia edilen şeyleri hayalden bir tarafa ayırdığımızda, ortada tabiat diye bir şey kalmıyor.
Eğer tabiat bu saydığımız şeylerin mecmuuna deniliyorsa, biz ona kâinat diyoruz ve zaten onun Saniini, Yaratıcısını soruyoruz.
Yok şayet Tabiat’tan, yukarıda saydığımız şeyler cinsinden olmayan, yani mahlûk olmayan bir zât kastediliyorsa, o zat Cenab-ı Hak’tır. Ve kendi isim ve sıfatlarını Kur’an-ı Kerimiyle insanlara bildirmiştir. Bu isimler arasında “Tabiat” diye bir isim mevcut olmadığı gibi, Cenab-ı Hak adına böyle bir isim uydurmak da kimsenin haddi değildir. )1
X
7
(“Elhasıl / kısaca söylemek gerekirse, Tabiiyyunların / her şeyi Tabiat yapıyor inancında olanların, mevhum / kuruntu mahsulü ve hakikatsiz, tabiat dedikleri şey, olsa olsa ve hakikat-i hariciye sahibi / maddi bir gerçekliği var ise, ancak bir san’at olabilir, Sani’ / Yaratıcı olamaz. Bir nakıştır, nakkaş / nakış yapıcı olamaz. Ahkamdır / hükümlerden ibarettir, hâkim / hüküm koyucu olamaz. Bir şeriat-i fıtriyedir / yaratılış kanunudur, Şâri / Kanun koyucu olamaz. mahlûk / yaratılmış olanlar bir perde-i izzettir / yücelik perdesidir, Allahı gösteren vesilelerdir, Haalık / Yaratan olamaz. Münfail / tesirle harekete geçen bir fıtrattır / yaratılıştır. Fâtır / yoktan yaratan bir fâil / yapıcı olamaz. Kanundur, kudret değildir, kadîr / sonsuz kudret sahibi Allah olamaz. Mistardır / cetveldir, masdar / kaynak olamaz.”)
X
Münkirler (inkarcılar) için ise bu davada lafz-ı tabiat (tabiat sözü yani her şeyi tabiattan bilmek ve tabiat yapıyor demek) adem-i taalluktan (ilgili sözde isabetsizlikten) neş’et etmiş (çıkmış) manasız bir hayaldir. Ve ta’bir-i sahih yerinde bir deyim) ile “Tabiat” münkirlerin (inkarcıların) Ankasıdır (olmadığı hâlde var kabul edilen kuşudur).
İnsaf olunsun (s. 21) bir ferman (bir emir) bir irade (bir istek) bir emr-i Rabbanî (Rabbin emri) olmayınca, insan gibi ma’kul (akıllıca hareket eden) eflâk (felekler, gökler) gibi muntazam makineler (saat gibi işleyen varlıklar) vücuda gelebilir mi idi?
Bu azim (büyük) intizamda, bu azîm (büyük) harekette, bu azîm (büyük) kudret ve muhafazada (varlıkları o şekilde ayakta tutmakta), bu maksad-ı kebîr ve âlide (bu büyük ve yüksek maksatta), İlâhî!..Her kim ki, kudret ve tedbîr-i mâlânihâye-i Rabbaniyeni (Senin sonsuz idare ve kudretini) görmez!..Anlamaz ise o makuleler (o gibiler) insan olmayıp, ecsam ve ebdandan (cisim ve bedenlerden) ibaret sıkletler (ağırlıklar)dır.
Onların inad ve inkârı dünyada bile kendi cezalarıdır. Onlar âhirette ümitsiz oldukları misillû (gibi), dünyada dahi muhabbetleri, ümitleri her gün zaaf ve vehne (gevşekliğe) giriftar (düşmüş) olan bedenlerine vabeste (bağlı)dır. Maye-i ümid ve muhabbetleri (ümit ve sevgilerinin mayası) her an mahv ve perişan(lıktır). Ve kendileri me’yûs (ümitsiz) ve bî-derman (dermansız) olurlar.
Münkiran (inkârcılar) istedikleri kadar inkârda inad etsinler. Kemal-i kudret-i Rabbaniye (Rabbin büyük gücü) aakıl (akıllı) olanlar için, bir nûr-ı azîm (büyük bir nur), bir bedraka-i rahmettir (yol gösterici bir kılavuzdur). Milyonlarca ebna-yı beşer (insan) hissiyat-ı kalbiye (kalbî hisler) ile Allah Allah diye arz-ı ubudiyet (kulluklarını arz) ederler.
Put-perestler (puta tapanlar) bile bir Haalıkı (bir Yaratıcıyı) hiss edip ararlar. Fakat kıllet-i mâlûmatları (bilgilerinin azlığı) hasebiyle (sebebiyle) Haalık-ı hakikiyi (gerçek Yaratıcıyı) tefrik edemezler (Yaratıcının farkına varamazlar). Mamafih (bununla beraber) neşr (yayın) ve tevsi-i maarifle (bilgilerinin artmasıyla) bir gün olur ki, onlar dahi tarîk-ı müstakime (doğru yola) dahil (olur, girerler). Ve saadet-i ebediyeye (sonsuz mutluluğa) nail olur (ulaşır)lar.
Yalnız münkirler (inkârcılar) için tarîk-ı hidayet (hidayet yolu) hemen mesdûd (kapalı) gibidir. İspata muhtaç olmayan kudret-i Rabbaniye (Rabbin gücü), tafsil eylediğimiz (açıkladığımız) intizam (nizam, düzen) ve ecsamdan (cisimlerden anlaşılabilir). Ve bir hiss-i azîm-i kalbî (kalbin büyük hissi) ile (anlaşılabilir). İnsanların Cenab-ı Hakk’a olan îtikad (inanç) ve muhabbet (sevgi)lerinden (anlaşılabilir. Bunlardan) başka ispat-ı sun’-ı Hakk (Hakkın yaratıcı olduğunu ispat) için…hayvanat (hayvanlar)da bilâ-taakkul (akıllı olmadıkları hâlde) görülen hiss-i ma’kul (akıllıca hareket ettiğini gösteren his) bile bir delil olabilir.
Meselâ beş altı aylık bir tavuk ki hiç bir vakit şahin veya doğan denilen yırtıcı kuş görmemiş(tir). Ve (bu) tavuk; hayvan olmak hasebiyle (dolayısıyla) hiç bir tarafdan şahin’in yırtıcı olduğunu işitmemiş(tir). (Böyle) iken otladığı veya gezip oturduğu sırada Doğan veya Şahin havada geçince tavuk; o vakte kadar hiç görmediği bu düşmanın yırtıcı bir kuş olduğunu yekden (birdenbire) hiss ile
8
(hissederek) kendini muhafaza (ve korumaya geçer). Ve sair (diğer) tavukları (da) haberdar etmek (onlara haber vermek) üzere kemal-i telaş (tam bir telaş) ile feryada ve kaçmağa başlar.
Hayvanatın (hayvanların) muhafazasıyçün vaz’ olunan (konulan) ve enva’-ı hâlâtda (çeşitli hâllerde) görülen hiss-i ma’kuul-ı derûnî (içindeki, akıllıca yaptığını gösteren hissi); Sâni’-i Külli olan (Her şeyi Yaratan) Erhamü’r-Rahimînden (Merhametlilerin en Merhametlisinden) başka hangi kuvvet; bunca mahlûkatın (yaratılmışların) kalblerine (nasıl) vaz’ (edip koyabilir) ve ihsan edebilir (verebilir) idi?
Hayvanatın (hayvanların) fen ve ilmiyle meşgul olan (uğraşan) münkirler (inançsızlar) dahi îtiraf ederler, ki hayvanatta (hayvanlarda) tebeddülât ve tagayyürat-ı külliye (topunda görülendeğişmeler) olabilir ise de evvelden bir tohum olmayınca küre-i arzda (yeryüzünde)
hiçbir zî-rûhun (ruh sahibi canlının) vücuda gelmesi mümkin değil idi ve değildir.
Bu îtirafları üzerine iktiza eder (gerekir) ki zî-rûhu (bir canlıyı) halk (yaratmak) için Haalık-ı küll olan (her şeyi yaratan) Allahü Teala hazretlerinin vücûdunu îtiraf etsinler. Hayır (s. 22) yine îtiraf etmezler. İnatlarından bakınız, münkiran (inkârcılar) nasıl bir medfen-i hamakate (ahmaklık çukuruna) zihinlerini defn eder (gömer)ler de derler ki: Filhakika (gerçekten) küre-i arzda (yeryüzünde) tohumsuz zîruh (bir canlı) yetişmez. Ama ihtimal ki, vaktiyle ecram-ı semaviyeden yani yıldızlardan küre-i arza (yeryüzüne) tohumlar düşmüş de hayvanat (hayvanlar) vücûd-pezîr (vücuda gelir) olmuştur!
Artık yıldızlardan küre-i arza (yere) tohum düşmüş gibi şâyân-ı hande (gülmeye sebep olacak) bir hamakat (ahmaklık) olabilir mi? Ya yıldızlara tohum nereden gönderildi? Bu makuule (bu çeşit) münkir (inkârcı)lar Kur’an-ı azîmü’ş-şanda (şanı yüce Kur’an’da) buyurulduğu üzere (mealen / anlam olarak):
“Yeryüzünde dolaşan canlıların Allah nazarında en kötüsü akıllarını kullanmayan, gelişmeyen, cehaletten kurtulmayan, hakikati konuşmayan fertler ve toplumlardır.” vasfına (niteliğine) lâyıktırlar. (Enfâl: 8)
İlahî! Her zî-rûh (ruh sahibi) olan mahlûk (yaratılmış) için küre-i arzda (yeryüzünde) bile hikmet-i amîka (derin hikmet) ve merhamet-i vasia (geniş merhamet) ile bahş buyurduğun nimetler, sahib-i aşk (âşık) olan her kalbe ilka eylediğin (koyduğun) muhabbet (sevgi)ler, insanın bedeninde harikulâde (eşi görülmemiş şekilde) yarattığın akıl ve vicdan ve nutuk (konuşma) ve sem’ (işitme) ve göz gibi uzuvlar (aza ve organlar) vücud-ı mutlakına (mutlak varlığına) şâhid-i cismanî ve manevîdir (maddî-manevî şâhit ve tanıktır).
Cenab-ı Vacibü’l-Vücûdu (varlığı zorunlu Allahı) aklen (akılla), hikmeten (hikmetle) dahi fehm eden (anlayan) insan munsıf (insaflı) ise kendi kendine müracaat ile (başvurarak) hâline nigeran olsun (baksın). Derhal anlar ki cemadattan (cansızlardan) ve sâir (diğer) her nev’ (her çeşit) mahlûkattan (mahlûklardan) âlî (yüksek) bir sûrette halk olundu (yaratıldı). Âlî (yüksek) ve mükemmel (tam olarak) halk olunması (yaratılması) insanın kendi tedbîr ve hünerinden midir? (Şüphesiz) değildir.
Ayrıca bir insan-ı mahsus-ı Rabbanî (Rabbin özel bir vergisi) olduğu derkâr (açık) iken insan bu ihsanın (bu verişin) şükranını (şükrünü) îfa etmez (yerine getirmez) ise bundan daha büyük küfran-ı nimet (nimeti inkâr) olabilir mi?
Münkir (inkârda) olanlar inatları hasebiyle (dolayısiyle) derler ki: İnsan sair (diğer) mahlûkattan (mahlûklardan) daha aakıl (daha akıllı) daha mükerrem (daha saygıdeğer) halk olunmuş (yaratılmış) ise, ne için ahvâlinde (hâllerinde) büyük intizamsızlık görünür?
Meselâ insanlarda sirkat (hırsızlık) ve katl (öldürme) ve sarhoşluk ve kizb (yalancılık) gibi fenalıklar bulunur. Bu ta’riza (insana bu dokundurma ve taşlamalara) cevap vermek kolaydır:
Evvelemirde (her şeyden önce) feramuş olunmasın (unutulmasın) ki, insanların sûrî (şekilden
9
ibaret olan) ve umumiyet(e) (genele) ve âlemlerin intizamına nisbeten cüz’î (çok az) olan
intizamsızlıkları, lisan-ı şer’-i şerifte (şerefli şeriat / din lisanında) irade-i cüz’iye (azıcık istenç) ta’bir olunan ihtiyar (istek ve seçiş) gibi bir nimet-i Rabbaniyenin (Rabbin verdiği nimetin) kadr ve kıymetini (değerini) tezyîd (arttırmak) ve îlâ (yükseltmek içindir) ve binaenaleyh (bundan dolayı) hakikî (gerçek) ve küllî (kuşatıcı) bir intizamı intaç etmek (sonuçlandırmak) içindir. İhsan buyurulan (verilen) bu ihtiyar-ı cüz’î (azıcık isteme ve seçme gücü) vasıtasiyledir (aracılığı iledir) ki, insanlar mûteber (ve değerlidirler). Ve etvar-ı makbuleleriyle (makbul tavırlarıyla) rıza-yı Bâriyi (Allahın rızasını) istihsal etmek (kazanmak)
gibi bir nimet-i uzmaya (büyük nimete) nail (olup ulaşırlar).
Ve ez her cihet (her cihet ve yönden) kâmbîn (mutlu) ve kâmver (isteğine kavuşmuş) olurlar. Denir ise kaşki (keşke) bu ihtiyar-ı cüz’î (bu azıcık istek kabiliyeti) insanda olmamış olaydı; ta ki kusûr etmeğe mecali olmıya. Biz bu kaşkiye (keşke ve ne olurduya) muvafakat (veremeyiz, uygun göremeyiz). Ve iştirak edemeyiz (buna ortak olamayız).
Zira (çünkü) iradesiz ve ihtiyarsız (istek sahibi olmayan) insan filhakika (gerçekten) fenalık edemez idi. Cemadat (cansız maddeler) dahi fenalık edemez. Ama (bunun içindir ki) şeref ve meziyyetten mahrumdurlar (üstünlükle nitelenemezler). Binaenaleyh (bundan dolayı) ihtiyarsız (istek ve seçme kabiliyeti olmayan) insan cemadat(tan cansız maddelerden farksız olurdu). Veya nihayet hayvan gibi ehemmiyetsiz (kalırdı) ve icra-yı vazîfe (görevini îfa edemezdi). Ve ubudiyet (kulluk) gibi lezzetlerden mahrum (ve yoksun olurdu). Ve liyakatsiz kalır idi. İhtiyarsız (isteme kabiliyetinden yoksun) olanlar için ifayı vazîfe (görev yapmış olmanın) lezzeti (s.23) mümkin (ve olası) değildir.
Bir misal getirelim: Bir efendinin iki kulu (yani hizmetçisi) olsa. Kulun (hizmetçinin) biri demirden yapılıp çıkamıyacak bir odada mahbus (hapsedilmiş olsa); ve diğeri hür ve her nereye gitmek ister ise muhtar (serbest) bulunsa ve efendileri hüsn-i isti’mal etmek (güzelce
kullanmak) emriyle bunlardan beherinin (herbirinin) önüne meselâ onar bin lira vaz’ etse (koysa); bir müddet (bir süre) sonra bu iki kuluna (hizmetçisine) müracaat eyledikte (dönüp baktıkta); mahbus (hapsedilmiş) olan kul (hizmetçi) efendisinin bıraktığı yerde on bin lirayı gösterebilir; fakat mazhar-ı tahsin ve aferin olamaz (bunun için övülmez ve aferin alamaz).
Zira bulunduğu hâl-i mahbusiyet (hapislik hâli) o paranın sarf ve israfına mâni’ (engel) idi. O kul (hizmetçi) dahi sadâkat (doğruluk ve sadıklık) eseri olarak derûnî (içsel) hiçbir lezzet bulamaz ve ben efendimin akçesini israf etmedim diyemez. Zira sarf edemiyecek (şekilde) mahbeste bulundu (hapis halindeydi).
Ama serbest bırakılan kula (hizmetçiye) sual olununca (sorulunca), işte kulunuza teslim eylediğiniz nakdî (nakit parayı) israf etmedim. Muhafaza (ettim korudum) ve hüsn-i isti’mal eyledikten (güzelce kullandıktan) başka bir de, ihtiyarım hasebiyle (isteğim doğrultusunda) çalıştım, tezyîd eyledim çoğalttım), der ise hem efendisinin ziyade (pek çok) muhabbetini (sevgisini) kazanmış ve hem de vazifesini (görevini) hüsn-i îfa etmek (güzelce yerine getirmek) gibi bir lezzet-i azîmeye (büyük bir lezzete) nail olmuş (ulaşmış) olur.
İhtiyar (seçme iradesi) ve irade-i cüz’iye (azıcık bir tercih istenci) maddesi; misal getirdiğimiz serbest kulun (yani hizmetçinin) hâl ve nimeti gibidir. Ki, saadeti (mutluluğu) teksîr eylediğinden (arttırdığından) hakikatte (gerçekte) aynı intizamdır. (Gerekli ilahî bir vergidir).
(Nitekim ancak) ihtiyar ve irade-i cüz’iye (istediğini yapma hürriyeti / özgürlüğü) hasebiyle uygunsuz insanların intizamsızlığı görünür. Fakat muti’ (itaatkâr) olan kullar Haalıklarının (Yaratanlarının) emri üzerine hareket edebileceklerinden ve fena olanlar ceza göreceklerinden iddia olunan intizamsızlık (düzensizlik) hiç menzilesinde (hiç hükmünde) kalır.
Şimdi bekaa-yı rûh (Rûh’un bekaası, kalıcı olması) bahsine (konusuna) gelelim: İnsan-ı aakıl
10
(akıllı insan), insan-ı âdil (adaletli insan) kadar hangi mahlûk bulunur ki Cenab-ı Vacibü’l-Vücûda
(varlığı zorunlu olan Allah’a) ibadet (kulluk) ve muhabbet etmiş (Allahı sevmiş) olsun; mamafih (bununla beraber) görünür ki dünyada ve ömr-i seriü’z-zevalde (çabuk geçen
ömürde) Cenab-ı Hakk’a muti’ (itaatkâr) ve âşık-ı müstakîm (gerçekten âşık) olan âdemlerden bazısı fakr (fakirlik) ve ıztırablarla imrar-ı evkaat (ömür geçirirler) ve bazı def’a o ıztırabat (ıztırablar) içinde terk-i hayat (hayatlarını terk) ederler.
Bil’akis (aksine) münkir (inkârcı)lar ve mürtekiblerden (kötü iş yapanlardan) haylisi konaklara ve emlâk (mülklere) ve emvâl (mallara) ve evlâda (sahiptirler). Ve bu gibi enva-ı niam-ı suveriyeye (çeşitli nimetlere) nail (olup erişmişlerdir). Ve terk-i dünya (dünyayı terk) edinceye değin bir çok râhat-ı zâhireye (görünürdeki râhata) vâsıl olur (erişir)ler.
Kalben ve aklen kabul olunabilir mi ki bunca ecramı (yıldızları), bunca âlemleri meşhûdumuz olan (gözümüzün önünde bulunan) bu azîm (büyük) intizam ile halk ve hıfz eden (yaratıp koruyan) erhamü’r-rahîmîn (merhametlilerin en merhametlisi olan Allah) münkirleri (inkâr edenleri) ve uygunsuz adamları dünyada bahtiyar ve (mutlu etmiş)…Kendine itaat ve muhabbet eyliyen âdilleri dünyada muztar (zaruret içinde) bırakmış iken…Bir de vefatlarıyla (ölümleriyle) beraber mahv ve târmâr (perişan) etsin? Ve başka âlemde mükâfat (ödül ve güzel karşılıklar) ihsan buyurmasın (vermesin)? Hâşâ! Bu fikir bizden baîddir (uzaktır).
Böyle bir fikr-i nâ-makuulu (ma’kuul olmayan bir fikri) kabul etmek ya esasen intizam-ı âlemi (âlemin intizamını) ve binaenaleyh (bundan dolayı) Maazallah (Allah korusun) Cenab-ı Haalıkı (Tanrıyı) inkâr edecek veyahut mecnun kadar ahmak olacak bir âdi (sıradan) adamın
vücûduna menuttur (bağlıdır).(s. 24)
Alelhusus (özellikle) revh-i ruhanî (ruhanî rahatlık) ruh-ı
manevînin (manevî ruhun) âsârı (eserleri) her vecihle (her şekilde) feyz-bahşa (feyiz verici) ve dünyada dahi rûnümadır (yüz gösterir). Ruh-ı manevidir (manevî ruhdur) ki, sair (diğer) hayvanattan (hayvanlardan) nutk (konuşma yeteneği) ve akl ve aşk ile insanı mümtaz (seçkin) eyler.
Münkirlerin (inkârcıların) iddia-yı câhilanesi (câhilce / bilgisizce iddia ve savları) malumdur (bilinir). Derler ki: İnsanda görünen feyz başındaki a’sâb (sinirler) ve sair (diğer) a’zanın (uzuvların / organların) intizamındandır.
Evet, insanın a’sâb (sinirler) ve sair diğer a’zası (uzuv ve organları) harikulâde (eşi görülmemiş) bir makine olduğu cay-ı bahs (için burası bahsedilecek yer) değildir. Fakat bu makine insanın rûhu gibi azîm (büyük) ve mükerrem (saygıdeğer) bir keyfiyet-i maneviyenin (manevî keyfiyet ve durumun) makarrı (merkezi) olmak için âlemlerin, feleklerin (göklerin) makinelerini halk (yaratan) ve icad eden (ortaya koyan) Cenab-ı Vacibü’l-Vücud (varlığı zorunlu olan Allah) tarafından halk olunmuştur (yaratılmıştır).
Ve her dimağ ve kalb tâbi’ olacağı (uyacağı) ruha mütenasib (uygun) surette yaratıldı. Zira hane (ev), sahibinin ehemmiyetine (önemine) göre inşa olunur (yapılır). A’sâb (sinirler) ve a’zâyı beden (bedenin âzâları), rûhun adem-i vücudunu (yokluğunu) işrab etmek (kapalı bir şekilde anlatmak) değil bilâkis (aksine) isbat-ı ruh (ruhun isbatı) için hiç başka âsâr (eserler) ve edille (deliller) bulunmamış olaydı, bedenin muntazaman (düzgünce) hulku (yaratılışı) munsif (insaflı) bir âdem (adam) için isbat-ı rûha (rûhun kanıtlanmasına) delil-i kâfi (yeterli bir delil) olur idi.
Hikmetle masnu (san’atla yaratılmış) olan beden, Sani’ ve Haalık-ı küllün (her şeyi san’atla yaratan Allah’ın) eser-i sun’ ve kudreti (güç ve yaratmasının eseri) olmasa tabiat (doğa) ve tesadüf denilen hayal vasıtasıyla (aracılığıyla) hiç bir vakit vücud bulamıyacağı (ortaya çıkamıyacağı) münkirlerin (inançsızların) cehaleti (bilgisizliği) kadar ve güneş gibi bedihî (açık
bir husus)tur.
11
O gürûh-ı belahet-i enbuh (o ahmak kalabalık guruplar) derler ki: A’sâb (sinirler) veya başka âlât-ı bedeniyeye (beden âletlerine) bir fenalık gelir veyahut (ya da) bedenin a’zası (uzuvları) hâl-i tufûliyette (çocukluk hâlinde) nâ-tamâm (tamam olmayan) ve ufak bulunur ise rûh ne için ızhar-ı feyz (edemez? Feyzini ortaya koyamaz) ve icra-yı vazîfe edemez (görevini yerine getiremez)?
Bu garip (şaşılası) sual (soru) ve iddiaya (sava) verilecek cevap (yanıt) meydandadır: A’zânın (uzuvların) noksanı ve nâ-tamâmiyeti (tamâm olmayışı) hâlinde zarurî (olarak) rûh vazîfesini (görevini) icra edemez (yerine getiremez).
Çünkü dünyada, rûh bedene muhtaçtır. Muhtaç olmasa yalnız rûhun halk olunması (yaratılması) lâzım gelip, beden halk olunmaz (yaratılmaz) idi. Alelhusus (özellikle) rûh bedende üstad (mürşit) gibidir. Hangi üstad bulunur ki âlât ve edevâtı (âletleri) kırıldıktan sonra iş görebilsin?
Ve kâr-ı akıl (akıl kârı) mıdır, ki âlâtın (âletlerin) ufak ve (işe) yaramıyacak bir hâlde bulunmasından veya âlâtın (âletlerin) kırılmasından ve binaenaleyh (bundan dolayı) üstadın iş görememesinden üstadın vücûdu dahi inkâr olunsun? (Yani olunamaz).
Böyle bir da’vâda bulunmak çâr-sûdaki (çarşıdaki) âdi (sıradan) üstadları dahi bilmemeğe vabeste (bağlı)dır. Bil’akis rûhun a’sâba (sinirlere) ve bedenin kâffe-i a’zâsına (bütün organlarına) olan te’sîr (etki) ve kuvvetini görürüz, ki sahib-i rûh (rûh sâhibi) olan insan her ne vakit murad etse (istese) bedenini bile ateşe atabilir veya suya ilka ile (suya bırakarak) gark
(olur boğulur). Veya başka sûretlerle (kendini) telef eyler (öldürür). Nitekim emanet-i Rabbaniye (Rabbin emaneti) olan kendi bedenini, kendi arzusuyla telef eden (intihar ederek öldüren) alçaklar ve zâlimler meydandadır.
Rûh olmasa baş ve cisim kendi kendini hiç bir vakit telef etmez idi. Bu cihet (bu açıdan bakış) dahi şâyân-ı dikkattir (dikkate değer bir husustur). Ki, insanın (s. 25) ecza-yı bedeniyesi (hücreleri) gıda ve hava münasebetiyle her bar (her def’a) bir mikdar ve bi’t-tedrîç (yavaş yavaş) dört beş senede bir kere kâmilen (tamâmen) tebeddül edip (değişip) bedende yeniden başka ecza (cüzler, hücreler) hâsıl olur (meydana gelir).
Eğer insan yalnız bedenden ibaret olsa idi -çünkü etibba (tabib ve doktorlar) nezdinde (onlara göre) beden dört beş senede bir tedrîcen (yavaş yavaş) ve kâmilen (tamamen) değişmekte ve tebeddül etmektedir.- Bu müddet (bu süre) hitamında (sonunda) kendini unutup başka bir isim almak ve başka bir insan olmak lâzım gelir idi.
Fakat dört beş senede bir değil insanın cismi her ne kadar mütebeddil ve mütegayyir (değişir) olsa velev parçalansa (yine de) rûhu bâki (kalıcı) oldukça şahsiyetini muhafaza (eder). Ve ahlâk-ı hamîde (güzel ahlâk) veya (ahlâk-ı) zemîmesinden (kötü ahlâkından) hâsıl olan (meydana gelen) netayici (sonuçları) vicdanının ulviyet (yücelik) ve süfliyeti (alçaklığı) derecatı (dereceleri) nisbetinde teemmül ve mülahaza eyler (iyice düşünür). Ve kendini unutmaz.
Zira insanı insan eden tebeddül etmekte (değişmekte) olan beden değil, gayr-i mübeddel (değişmez) olan ruhdur. Her an bir mikdar ve bir kaç senede bir def’ada insanın bedeni kâmilen (topluca) tebeddül eylediği (değiştiği gerçektir. Bu) hâlde yine rûh bâki (kalır) ve mânen müşahhas (olarak var) olduğu bedihî (ve açıktır. Böyle) iken dört beş senede bir değil de bir kaç gün veya bir kaç saat veya bir kaç dakikalar zarfında maraz (hastalık) ve sair (diğer) esbabdan (sebeplerden) gelen mevt (ölüm) üzere o vakte (zamana) kadar bunca tebeddülât
(değişiklikler olmuştur). Ve (bununla beraber) zayiat-ı bedeniyede (bedenin kayıplara uğramasında) şahsiyetini gaip (ve kayb)etmiyen rûh-ı mânevî (mânevî rûh) nasıl (olur da) şahsiyet-i mâneviyesini (manevî şahsiyet ve kişiliğini) gaib edebilir (kaybedebilir)?
Hayır, rûh zerre kadar kendini gaib etmez (kaybetmez). Zira fena-pezîr (yok olan) ve muzmahil (yani yok) olan beden başka(dır). Ve esbab-ı mahv ve fenadan âzâde (yok oluş ve mahvoluş
sebeplerinden kurtulmuş olarak) halk olunan (yaratılan) rûh-ı insanî (insan rûhu) başkadır.
12

Velhasıl (kısaca) edille-i kesîre (çok deliller) ile rûhun bekası (kalıcılığı) ve âhirette devamı Güneş gibi müsbettir (sabit bir husustur). Ama bazı insanlar düşünmez de bu hükm-i hakayıkı (bu hakikat ve gerçeklerin hükmünü) anlıyamazlar ise kusuru ferasetlerinin (sezişlerinin), malumatının (malumatlarının) fıkdanında (yokluğunda) arasınlar.
Feylesof-ı meşhur (ünlü filozof) Bakon der idi ki: İnsanların ekser (çok defa) galat (yanlış) üzere mebni (dayandırılmış) olan fikirleri nîm tahsil-i maarif eylemelerinden (eğitimlerini yarım bırakmalarından) neş’et eyler (meydana gelir). Anlar (onlar) tekebbür eder (büyüklenir) ve avama (halka) atf-ı nazarla (göz atarak) derler ki:
Avam (halk) hiç bir delil-i akliye (aklî delile) müstenid olmıyarak (dayanmıyarak) rûh ve âhirete inanır. Biz ise tahsil-i maarif etmiş (eğitimli kişiler) iken, şimdi avam (halk) gibi şunun, bunun sözlerine nasıl inanalım?
Halbuki avamın (halkın) makuulâtında (akletmesinde) filhakîka (gerçekte) mahareti yoğise de kabul eylediği tarîk (yol) ve i’tikad (inanç) menba’-ı akl ve ruhaniyet (ruhaniyet ve aklın kaynağı) olan enbiya-yı zişanın (şanlı nebî ve peygamberlerin) vaz’ eylediği (ortaya koyduğu) esasa müsteniddir (dayanır).
Münkir olan (inkâr eden) düşünmez ki, büyük bir kumandanın maiyyetinde (beraberinde) bulunan asker, kumandanın emrine ittiba’ edince (uyunca) nail-i zafer (zafere nail) olur (ulaşır).
Münkir (inkâr eden) ruhaniyeti hiç bir vakit görmedim der de ruhaniyeti görmek için kendi akıl ve nutuk (konuşma yeteneği) ve vicdan ve bedenine ve alelhusus (özellikle) bunca muntazam (düzgün) mükevvenata (kâinat ve evrene) hikmetle atf-ı nazar etmez (göz atmaz). Veya ta’bir-i sahîh ile (doğru bir tâbirle) nazar etmek (bakmak) işine elvermez.
Çünki mezheb ve ruhaniyet (inanç sahibi olarak hesaba çekileceğini bilmek) günahları (s. 26) işlemekten insanı men’ eder (yasaklar). Harîs (hırslı) ve sahib-i şehvet olanlar (gayr-i meşru istek sahipleri) ise menhiyattan (yasaklardan) kurtulmak için ruhaniyeti ve ceza ve mükâfatı güya (sanki) aklen inkâr ederler. Ve inkâr ettikçe kalbleri saht olup (katılaşıp) ba’dehu (ondan sonra) hakikaten münkir (inkârcı) olurlar.
Şayan-ı hayrettir (hayrete değer) ki akıldan dem (v)uran akılsız münkirler (inkârcılar) müstağrak-ı ruhaniyet ve akıl (akıl ve ruhaniyete gark olmuş) olan enbiya-yı zîşandan şanlı nebî ve peygamberlerden başka ashab-ı deha (deha sahibi) ve mu’terif-i ruhaniyet olan (ruhaniyetlerini itiraf eden) büyük hükemanın (hakîmlerin, filozofların) âsârını (eserlerini) dahi hiç bir vakit mütalâa edemezler (okumazlar, düşünmezler).
Etseler dahi fıkdan-ı zekâ (zekâ yokluğu) ve şiddet-i inat hasebiyle (çok inatçı olduklarından) anlayamazlar. O güruh-ı mekrûh efradı (o doğru karşılanmayan topluluğun fert ve bireyleri) fenalık etmemek ve eyülük etmek için vicdanımız kâfidir (yeter) derler.
Evet, vicdan insana büyük bir nimettir. Ama vicdan denilen hiss-i derûnî (içimizdeki his
ancak) mezhebin (gidilen inanç yolunun) fena (kötü) ve iyi gösterdiği esası muhafaza edebilir.
Yoksa meselâ Afrika’da bazı kabail-i ma’lûme nezdinde (bilinen kabilelere göre) insan ekl edenler (yiyenler vardır. Bunlar) için bir ceza, bir günah gösterici mezhep (inanç yoktur. Uyacak hak dinleri) olmadığından, insanı katl (öldürmek) ve ekl etmek (yemek) gibi bir fiil-i vahşiyane ve zalimaneden (zâlimce ve vahşice fiilden) vicdanları onları hiç bir vakit men’ (etmez, onları engellemez) ve (onları) tekdîr etmez (cezalandırmaz).
Eğer vicdan, mezhebin (inanç yolunun) vaz’ eylediği (koyduğu) kavanîne (kanunlara) muhtaç olmıyan bir kuvvet-i mahsusa (özel bir kuvvet) olsa; her kavimde bir siyakda (aynı üslûp ve tarzda) bulunmalı ve insanı katl (eden, öldüren) ve ekl eden (yiyen) bu zalimleri men’ ve tekdîr etmeli (engelleyip cezalandırmalı) idi.
13
Yine ruhaniyete ta’rîz edenler (sataşanlar) derler ki: çünki (madem ki) ruhaniyet ve adalet-i maneviye (manevî bir adalet) vardır. Ne için zâlim ve fena olan adamlara kahr-ı ilâhî Allah’ın kahrı) dünyada iken ceza vermez? Nasıl ceza vermez? Zâlimlerin belki yüzde doksanı ve daha ziyadesi dünyada dahi enva-ı cefa (çeşitli cefa) ve mezelletlere (zilletlere) ve kavanîn (kanunların) ve nizamatın (nizamların) şedaidine (şiddetli tokatlarına) giriftar oldukları (bunlarla karşılaştıkları) emr-i bedihîdir (açıkça görülen bir durumdur). Ve ekseri (çoğu) tekdîrat-ı vicdaniyeden (vicdanî azaplardan) kurtulamazlar.
Alelhusus (özellikle) zâlimlerden her hangileri dünyada ceza ve cefa görmezler ise en bahtsız zâlimler onlardır. Zira ayn-ı hikmetle (hikmet gözüyle) bakılınca anlaşılır ki, dünyada ceza görmiyen zâlimlerin cür’etleri, zulümleri, fenalıkları artar. (Oysa) dünyada(ki) müddet-i hayatları (ömür süreleri) ise vefatlarından sonra gelecek milyonlarla zamanlara nisbeten bir an-ı vahidden (bir anlık zamandan) bile daha azdır.
Binaenaleyh (bundan dolayı) zâlimler dünyada bir an cezasız kalsalar bile ukbada (âhirette) azap ve ukubet-i daimeden (dâimî azaptan) kurtulamıyacaklardır. Bundan şedîd (şiddetli) ceza mı olur? Zâlimlerin cezaları keyfiyetine (hususuna) diğer nokta-i nazardan (bakış açısından)
bakılınca, başka hikmetler dahi görünür:
Evvela, Cenab-ı Âdil-i Mutlak (Mutlak Âdil olan Allah) mütecasirlerin (kötülüğe cesaret edenlerin uygun bir süre) için cezalarını te’hîr buyurmaları (ertelemeleri vardır. Bu geciktirmeleri) ihtimal ki dünyada acul (aceleci) olan bazı hâkimlere bir nevi (bir çeşit) emir ve işarettir ki, i’ta-yı cezada (ceza vermekte) ta’cîl etmesinler (acele davranmasınlar). Tahkikat-ı mükemmele icrasiyle (tam bir inceleme yaparak) ba’dehu (ancak ondan sonra) lâyık olan cezayı versinler. Zira acelede sehv (yanlışlık ve hata) olur. Ve bir masum, âsî add olunur (sanılabilir).
Saniyen (ikinci olarak) Cenab-ı Hakk (Allah) cezayı ta’cîl buyurmaz (aceleye getirmez) ise taaccüb olunmaz (buna şaşılmaz). (s. 27) Zira (Çünkü) zâlimler daima taht-ı irade-i Rabbaniyesindedirler (Rabbin iradesi / istenci altındadırlar). Firar edemez (kaçamazlar). Kurtulamazlar.
İnsanlar bile bir mücrimi (suçluyu) tutup haps ile ellerinden firar edemiyeceğini kaviyyen (kuvvetli bir şekilde) bildikten sonra ceza tertîbinde (ceza vermekte) ta’cîl etmezler (acele davranmazlar).
Sâlisen (üçüncü olarak) Mevlâ-yı Müteal Hazretlerinin (Yüce Allah’ın) intizam-ı âlem (âlemin intizamı) için icra buyurduğu (yaptığı) tertîb (düzen, plân, program) ol kadar (o derece) vâsi’ (geniş)tir ki anın (onun) esrar(ına sırlarına) ve hikmetine vâkıf ve muttali’ olmak (maksadını anlamak) insana göre muhal (ve imkânsız)dır.
Bu esrar-ı hafiyye (bu gizli sırlar) ve hükm-i vâsianın (geniş ve kuşatıcı hükmün) mukteziyatından (gereklerinden biri) dahi olabilir. Ki, bir zâlimin cezası bir müddet (bir süre) te’hîr olunur (geciktirilir). Ta ki kable’l-ceza (cezadan önce) o zâlimden evlâd-ı âdil (âdil, adaletli bir evlâd, bir çocuk meydana gelebilir). Veyahud ef’al-i hayriyenin (hayırlı, faydalı fiil ve eylemlerin) zuhuru (ortaya konuşu) gibi âleme hâdim (hizmet edici) keyfiyat (durumlar) hâsıl (olabilir, ortaya çıkabilir). Ve zâlim (zulmeden) zulmünden peşîman (pişmanlık duysun). Ve doğru yola sâlik olmuş (yürümüş) olsun. Ve umur-ı hayriyede (hayırlı işlerde) ve taksîratının (kusûr ve günahlarının) afvı için istirham ve tazarru’da (yalvarış ve yakarışta) bulunsun.
Binaenaleyh (bundan ötürü) filân zâlim, filân fena adam ne için dünyada ceza görmemiş denmesin. Çünki adem-i cezada (cezasızlıkta) ceza-yı azîm (büyük bir ceza vardır). Te’hîr-i cezada (cezayı ertelemekte) bir çok hüküm ve esbab-ı hafiyye (gizli sebepler) vardır. (Bütün bunlarda) Cenab-ı Hakk’ın kemal-i sun'(u tam bir san’atla yaratması vardır). Ve kudreti (vardır). Ve rûhun varlığı ve bekaası (kalıcı olması sözkonusudur). Ve müstakîm (Hakk yolda) olanlara mükâfat ettirileceği (ödüller verileceği muhakkaktır). Ve zâlimlere mücâzat olunacağı (cezalar verileceği
14
kesindir). Keyfiyatı (bu olası durumları bir gerçektir). Sahib-i dikkat (dikkatle bakan bunları görür).
Ve munsıf (insaflı) olan aakıllar (akıllılar) için (bütün bunlar) bin türlü edille-i akliye ve ruhaniye (aklî ve ruhanî delil ve kanıtlar) ile müspet (ve sabit)tir.
Ama (bazı insanlar) akıl ve temyîze (doğruyu yanlıştan ayırma hasletine) mâlik (ve sahip) olmıyan (kimsedirler). Veya aklı noksan bulunan (kişilerdir). Ve anûd (inatçıdırlar). Ve gâfil münkirlerin (inançsızlar zümresindendirler. Böyle inkârcıların) ta’bîrat-ı sathiyelerine (sathî / yüzeysel sözlerine) aldanmış olan (insanlar vardır). Veya hakîkaten dikkat etmek istemiyen insan(lar vardır. Bunlar) için edille-i akliye ve ruhaniye (aklî ve ruhanî deliller) ne yapabilir?
Körler âfitab (güneş) ve envardan (nur ve ışıklardan) ne vakit faide-mend olub (faydalanıp) doğru yolu görebilirler? Âşikâr ve bedîhî (ap-açık) olan şeyleri görmek arzu etmiyenlere ta’rizen (dolaylı yoldan) feylesof-ı meşhur (ünlü filozof) Eflatun’un güzel bir misali, güzel bir fikri vardır. Feylesof-ı müşarünileyh (adı geçen feylesof) der idi ki:
Haalık-ı Âlem (Alemlerin Yaratıcısı olan Allah) kemâl-i kudretini (kudretinin büyüklüğünü göstermek ister. Özellikle) munsiflere (insaf sahiplerine) göstermek (ister. Bunun) için cisim ve maddenin yapamıyacağı azîm (büyük) bir delili herkesin gözü içine ve gözü ortasına koymuştur: O da göz bebeği denilen noktadır. Göz bebeğinin cirmi (büyüklüğü) bir iğnenin başı kadar ufak(tır. Böyle) iken yüz bin senelik mesafe ve vüs’atte (genişlikte) bulunan ecram-ı semavîyeyi (gökteki yıldızları) an-ı vahidde (bir anda) görebilir.
Bu garîb (şaşırtıcı) hâli bilmemiş olsak, hangi akla sığar(dı)? Ve aklen nasıl mümkin (ve olası) olur idi? Ki, ufak bir nokta bütün âlemi vehleten (birdenbire) görebilsin. Ahsenü’l-Haalikıyn Hazretlerinin (Yaratıcıların en güzelinin) hikmeti (bir maksadı) olmasa gayr-i aakıl (akılsız) olan madde; cismen küçük, fiilen (yaptığı iş bakımından) büyük böyle bir alâmet-i hayret-bahşa (hayret veren alâmeti) nasıl tertîb edebilir (nasıl yapabilir)?
Ve gözün muhtaç olduğu güneş gibi bir nur ayrıca nasıl vücuda getirir idi? (Bunlar gibi) bin türlü isbatları bedenimizde bulabiliriz. Ama mânen kör olanlar gözleri içinde cismi sagîr (küçük) ve eseri azîm (büyük) olan göz bebeği gibi bir eser-i san’at-ı Rabbaniyeden (Rabbanî bir san’at eserinden) dahî bî-haber (habersiz) kalır. Ve cism (s. 28) ve maddenin tesadüfatına (rastlantılarına) haml eder (bu akıl almaz işleri yükler).
Haalika (Allah’a) inanmak ve beka-yı ruhdan (rûhun ebedî ve kalıcı olmasından) mutmain (içi rahatlamış) olmak için edille-i akliyeye (akılla ilgili delil ve kanıtlara) muhtaç olmıyan
(müslümanlar vardır). Ve binaenaleyh (bundandolayı) mübeşşer olan (müjdelenen) ehl-i imana (mü’minlere / inananlara) göre delail-i akliye (aklî deliller) bir zamime-i nimet-i İlahiye gibidir. (Allah’ın, nimetlerine eklediği nimetler cümlesindendir).
Bu zümre-i mükerremin (bu mükerrem zümrenin) birinci delil-i bî-adîlleri (eşsiz delilleri) enbiya-yı zişan hazeratının (şanlı nebîlerin mucizeleridir). Ve hususiyle (özellikle) Fahr-i Âlem Efendimiz Hazretlerinin (Âlemin Övüncü Hazret-i Muhammed’in mucizeleridir). Ve Kur’an-ı Azîmüşşan’ın mucizat ve tebligatı (mucize ve tebliğleri / bizlere sundukları İlahî hükümler)dir.
Mamafih (bununla beraber) bu hakayıka (hakikatlere) ma’nen dahî kesb-i ıttıla’ etmek (bunlara vakıf olmak) istiyenler (olacaktır. Öyleyse) Kur’an-ı Azîmüşşan’ın (Şanı büyük Kur’an’ın) ibarat-ı mübeccele(sine yani tebcîl edilen çok değerli ibarelerini açıklayan Kur’an’a baksınlar).
Ve (onun) maanî-i kerîmesiyle (ulu mânalarına eğilsinler). Müfessir-i hakaayık-ı Kur’aniye (Kur’an’ın hakikatlerinin müfessiri ve yorumu olan Mesnevî’yi okusunlar). Ve menba-ı akl ve irfan (akıl ve irfanın kaynağı) olan (Mesnevî’yi okusunlar).
Ve binaenaleyh (bundan ötürü) mağz-ı Kur’an (Kur’an’ın özü) demekle şöhret-şiar bulunan (ünlenen) Mesnevî-i Şerif gibi manevî ve ruhanî bir kitab-ı müstetabı (güzel kitabı) daima dikkatle

15
mütalâa etsinler (düşünerek okusunlar).
Ve (ancak) o halde din-i mübîn-i Ahmedî’nin (Hazret-i Muhammed’in beyan ettiği /açıkladığı dinin) hüküm ve ulviyyâtını (yüceliklerini) bihakkın (hakkıyla) anlasınlar.
-İrade-i cüz’iyeye (sınırlı seçme ve tercih etme kabiliyetine) dair hasbe’l-münasebe (konu gereği) bu makaalede bir mikdar bahs olundu ise de anın (onun) tafsîlâtı (açıklaması) inşaallahu teâlâ (Yüce Allah isterse) Mesnevî-i Şerîf’in bir çok ebyat-ı şerîfesinde (şerefli beyitlerinde) görülecektir.-
Şimdi bâlâda (yukarıda) derci (bahsi) vaad edilen (söz verilen) üç hakîmin (feylesofun) makaalâtı (sözleri) tahrîr olunur (yazılır). Şöyle ki: Hükema-yı Yunaniye’den (Yunanlı filozoflardan) Eflatun’un hâcesi (hocası) Sokrat’ın bir gün Aristo Zeymus nam (adlı) münkirle (inançsızla) cereyan eden (aralarında geçen) mükâlemesinin (konuşmasının) mealen (anlam olarak) tercemesi (çevirisi)dir.
Sokrat:
“Aristo Zeymus! Hiç adamlar var mıdır ki istidadları hasebiyle (kabiliyetleri gereği) sen anları (onları) takdîs (eder kutsar) ve takdîr edesin?”
Aristo Zeymus:
“Evet vardır.”
Sokrat: “Beğendiğin adamlar kimlerdir?”
Aristo Zeymus: “Şuaradan (şairlerden) Omiros, Melanîpîzis, Sofoklis ve heykel yapmakda Poliklitos ve ressamlıkda Zefeksis nam (adlı) zatlardır.”
Sokrat: “En ziyade (en çok) şayan-ı takdîs (kutsanmaya lâyık) kimlerdir? İdraksiz ve nutuksuz (konuşmayan) suretler (heykeller) ve kitaplar yapanlar mı yoksa insan gibi müdrik (idrak sahibi, algılayıcı) ve zîruh (ruhlu) olan mahlûkatı (varlıkları) halk eden (yaratan) Haalık (Yaratan) mıdır?”
Aristo Zeymus: “Filhakika (aslında) şayan-ı takdîs (kutsanmaya değer) ol kimsedir ki müdrik (idrak edici, algılayıcı) ve müteakkıl (akleden) şeyler halk eder (yaratır). Ama zî-ruh (ruh sahibi, canlı) olan mahlûkatı (yaratılmışları) ve sair (diğer) mevcudatı (varlıkları) bilmem ki Haalık (Yaratıcı) mı halk etti (yarattı)? Yoksa tesadüf kabîlinden olarak (rastgele) mi vücuda
geldi (ortaya çıktı)?”
Sokrat: “Vücudları (varoluşları) bir maksad-ı ma’kuule (ma’kuul / aklî / akla uygun bir maksada) delâlet (ve işaret) etmez ve bilakis (aksine) vücudları (varlıkları) bir maksad-ı ma’kuule (ma’kuul / aklî bir maksada) delâlet (ve işaret) eden şeyler beyninde (arasında) hangileri tesadüfen (rastgele) olmuş(tur). Ve hangileri bir sahib-i akl ve fikir (akıl ve fikir sahibi) tarafından yapılmış diyebilirsin?”
Aristo Zeymus: “Bizzarûre (ister istemez) hangileri faide (fayda) ve maksad için yapılmış ise onlar aklın eseri olacakdır.”
Sokrat: “Öyle ise hatırınıza gelmez mi ki insanları ibtida (ilkönce) yaratan Haalık (Yaratıcı) faideler (fayda ve yararlar) intac etmek (netice vermek) (s. 29) maksadiyle hissiyat (hisler) için bir çok a’za (uzuv ve organlar) vermişdir. Meselâ görülebilecek şey’i görmek için gözler, işitilebilecek şeyleri işitmek için kuvve-i sâmia (işitme duyusu) yarattı. Eğer lisan (dil) ve dimağımız mâlûm olan (bilinen) hissiyat (his ve duygular) ile yaratılmamış ve kuvve-i şammemiz (koklama duyumuz) olmamış olsa bunca râyiha-i tayyibe (güzel koku) ve tatlı ve acı her nev’ (her çeşit) lezzetler ve me’kulâtın (yiyeceklerin) dünyada bulunması ne işe yarar idi? Bir de görmez misin ki, bir tertîb-i ma’kuul (akla uygun bir tertîb ve düzen) üzere fevkalâde (son derece) musanna’ (san’atla) ve elzem (en lüzumlu) bir a’za (organ) olan gözü muhafaza etmek (korumak) üzere kirpik gibi musanna’ (san’atla yaratılmış) bir perde yapılmış. Uykuda ve binaenaleyh (bundan dolayı) uyku dalgınlığıyla gözünü muhafazaya (korumaya) insan gayr-i muktedir (güçsüz) olduğu sırada kirpiğin kendiliğinden kapanıp gözü hıfz etmesi (koruması bilinen bir husustur). Sonra insan uyandıkta göz görmek için kirpiğin açılması (mâlûmdur). Ve rüzgârdan ve dokunacak şeylerden yine gözü hıfz edebilmek (koruyabilmek) için kirpiğin tarak gibi ince kıldan i’mal olunması (yapılması) ve sür’atle (hızla) açılıp
16
kapanması (bir gerçektir). Ve baştan ve insanın cephe ve alnından dökülecek ter kirpiklerden geçip
göze zarar getirmemek maksadiyle kaşların yapılması (bilinen bir husustur). Ve kirpikten bir miktar daha yukarıda bulunması (bir gerçektir). Ve kulak her vakit mütenevvi’ (çeşitli) sadalar (sesler) alıp hiç bir vakit dolmaması (yine bilinen bir özelliktir). Kâffe-i hayvânatta (tüm hayvanlarda) ön dişlerin gıdayı kesmeğe müstaid (uygun) olması ve kenar dişleri hazma medar (sebep) olmak için gıdayı parça parça edecek surette halk edilmesi (yaratılması vardır). İnsan ve sair (diğer)
hayvanat (hayvanlar) lezzetini buldukları gıdayı yiyebilmek için ağzın gözlere ve buruna karîb (yakın) bulunması (görülen bir durumdur). Ki insan her şey’i ağzına kor iken hem görür, hem gıdanın rayihasını (kokusunu) alabilir. İştihası açılır ve ba’dehu (ondan sonra) yemekler midede hazm olunduktan sonra hâsıl eyledikleri kabih (çirkin) rayihalar hasebiyle (kokular sebebiyle) hissiyat (his ve duygular) mahalli (yeri) olan başdan itibaren bedenin en uzak bir mahallinden (yerinden) çıkması için mahal (yer) tertîb olunması (düzenlenmesi dikkate değer. Bunun) gibi hikmetler büyük bir Sani’e (san’atla yaratana) şehadet etmezler (şahit ve tanık olmazlar) mı? Şimdi sen nasıl istersen bunları tesadüfe mi (vermeli)? Yoksa amîk (derin) ve azîm (büyük) bir akıl ve mülâhazanın (düşüncenin) tertîbine (düzenlemesine) mi (bunları) haml etmeli (yüklemeli)?”
Münkir (inançsız) Aristo Zeymus: “Şimdi dikkatle düşünüp anlıyorum ki bunlar tesadüf (ve rastgele) olmamalı. Gayet aakıl (çok akıllı) ve hakîm (hikmet sahibi gaye ve hedef güden) bir üstadın eseri görünüyor.”
Sokrat: “Zî-rûhdan (ruh sahiplerinden) zükûr (erkekler) ve inasın (dişilerin) biribirine
takarrüb edip (yaklaşıp) istihsal-i zürriyet (yani yeni nesillerin doğması) için derkâr (açık) olan
muhabbet (sevgi) ve şehvetlerini (düşünelim). Ve ba’dehu (ondan sonra) vâlidelerin (anaların) evlâdlarını (çocuklarını) beslemek ve hıfz etmek (korumak) için kalblerine ilka olunan (konulan) rikkat (merhamet) ve re’fetlerini (esirgeyiciliklerini ele alalım). Ve bilcümle (tüm) insanların muhafaza-i hayat (hayatlarını korumak) için görünen muhabbeti (sevgiyi) ve mevti (ölümü) câlib (çekici) ahvâlden (hallerden) ihtiraz ve havflerini (sakınma ve korkularını da hesaba katalım. Bütün bunları) tesadüfe haml etmek (tasadüfe vermek) mümkün müdür? Muhtasaran (kısa olarak) sana ta’dad eylediğim (saydığım) şeyler bile ispat eder (kanıtlar) ki büyük bir aakıl (akıllı), büyük bir kaadir (güç sahibi, kudretli bir zât ancak) bunları halk (edip yaratmıştır). Ve tertîb (edip düzenlemiştir). (s. 30) Ve insanların bekalarını (kalıcı olmalarını) arzu eylediğinden kalblerine bu gibi muktazi (gereken) hâlâtı (hâlleri) ilka eylemiş (bırakmış)tır. Bir de sen kendin için zanneder misin ki hiç aklın olmasın? Bil’akis (aksine) bilirsin ki, aklın vardır. Şimdi insaf edip nazar et (bak) ki senin bedenin küre-i arza (yeryüzüne) ve sair (diğer) ecrâm-ı cesîme-i semaviyeye (büyük gök cisimlerine / yıldızlara) nisbeten (yıldızlara göre) bir zerreden (bir atomdan) bile daha ufak bulunmuş (durumdadır). Ve bedenini teşkil etmek (ortaya çıkarmak) için kâinatta (evrende) mevcûd olan (bulunan) anasır (unsurlar)dan gayet cüz’î (çok az) bir mikdar kifayet eylemiş (yetmiştir. Böyle) iken zanneder misin ki kâffe-i kâinat (tüm evren) ve (tüm) mevcûdatın (bütün varlıkların) aklı ve zekâveti (zeki oluşu) kâmilen (tamamen) ve münhasıran (sırf) sana (hasredilmiş / verilmiştir.) Ve ebna-yı cinsine (senin cinsinden olanlara) isabet edip de (öylece kalmıştır). “(Ve zanneder misin ki) intizam-ı ecram-ı semaviye (gökteki yıldızların düzeni) ve tertîbât-ı kevniye (kâinatın tertipli oluşu) gibi bunca bedayiin (eşsiz güzelliklerin) zuhûru (ortaya çıkması) için başka tarafta asla akıl ve idrak olmasın?
“Ecram-ı mâlânihaye (sayısız yıldızlar) ki insanın bedeninden namütenahi bir surette (sonsuz derece) cesîm (büyük)tür. Anların (onların) bî-akıl (akılsız) ve bî-sahib (sahipsiz) olarak bu büyük intizamlarını (düzenlerini) hıfz etmeleri (korumaları) mümkün müdür (olası mıdır)? Böyle bir şey hakîm (hikmet sahibi), munsıf (insaflı) bir insanın aklına sığabilir mi?”
Münkir (inkârcı) Aristo Zeymus: “Evet, kâinat (evren) gayet muntazamdır (çok intizamlıdır).
17
Kâinatın Saniinden (san’atla yaratanından) bahs olunuyor. Fakat üstad ve ashab-ı san’at olan
(san’atkâr) insanları ben daima görür iken, cümlenin (herkesin ve her şeyin) üstadı olan Haalikı (Yaratanı) hiç bir vakit görmedim. Ve bu sebepten inanmağa dahi alışmadım.”
Sokrat: “A’lâ (güzel)! Öyle ise senden başka bir şey sorayım: Senin harekâtın (hareketlerin)
ma’kuul müdür (akıllıca mıdır)?”
Aristo Zeymus: “Evet ma’kuuldür (akıllıcadır).”
Sokrat: “Ne için harekâtın (hareketlerin) ma’kuuldür (akıllıcadır)?”
Aristo Zeymus: “Zira aklım var.”
Sokrat: “Sen kendi aklını hiç bir vakit bu zâhir (meydanda olan) gözünle gördün mü?”
Aristo Zeymus: “Hayır, görmedim.”
Sokrat: “Öyle ise aklın olduğunu nereden bilirsin?”
Aristo Zeymus: “Kendimden sâdır olan (meydana gelen) ef’âl ve harekâtı ma’kuuleden (akıllıca hareket, fiil ve eylemlerden) aklım olduğunu bilirim.”
Sokrat: “Kendi aklını gözünle görmediğin hâlde eserlerinden aklın vücûdunu (var olduğunu) bilirsin. Ayâ (acaba) ne için bu kadar muntazam (ve düzgün) olan âlemlerinden, âsârından (eserlerinden) ve senin bile muntazam (düzgün) ve müretteb (tertibli) olan
bedeninden akl-ı küllün (kapsamlı, herşeyi kuşatıcı olan aklın) sahibi olan Hz. Haalikı (Yüce Yaratıcıyı) anlamam ve bilmem dersin! Eğer âsâr-ı muntazama (muntazam eserler) aklı ispat etmez (kanıtlamaz) ise ol (o) hâlde sen kendi aklını dahi inkâr etmekliğin lâzım gelir. Ve akılsız olduğun hâlde Cenab-ı Hakk’ı (Allahı) inkâra hakkın kalmaz. Ama kendi gözünle görmediğin kendi aklının vücûduna (varlığına) âsâr-ı muntazamasından (muntazam eserlerinden olduğuna) kaani (kanaat sahibi) isen (ki öylesin!) O hâlde umum (tüm) âlemlere bunca harekât-ı muntazamayı (düzgün hareketleri) veren ve seni bile bu kadar muntazam (düzgün ve güzel) ve ma’kuul (akla uygun şekilde) yaratan Kudret-i Bâhire (açık kudret ve güç) sahibi olan Allahı bilmiş ol.”
X
Hey’et-i cedîde (yeni Astronomi / gök ilmi) kavaidinin (kaide ve kurallarının) mûcidi (icad edeni) add olunan (sayılan) ve kuvve-i câzibeyi (çekim kuvvetini) ve bu yolda bir çok hakayıkı (gerçekleri) keşf eden (bulan) meşhur (ünlü) Nevton’un ifadesini yazmak istedim. (s. 31) Hey’etle (Astronomi ile) iştigali (uğraşısı) olmıyanlar dahi anlayabilmek üzere en açık elfaz (sözler) ve ta’bîrât (deyim ve tâbirler) ile tercümeye hasr-ı dikkat etmiş (dikkatimi sarfetmiş oldum. Böyle yapmış) isem de yine dikkatle okunmaz ise anlaşılması müşkilce (zor) olacağını ihtar etmeyi (hatırlatmayı) münasib (ve uygun) addeyledim (saydım).
İşte Nevton’un ifadesi: “Allahın vücûdundan (varlığından) asla şüphe etmeyiniz. Evvel emirde (herşeyden önce) mevcûd (ve var) olan âlemden evvel âlemi yeniden halk (edecek / yaratacak) veya mevcûdu (varlığı) tertîb (ve düzene koymak) için gayri ma’kul (akla uymayan) bir lüzûmun bulunmasını farz etmek (kabullenmek) ayn-ı hamakattir (ahmaklıktan başka bir şey değildir). Zira (çünkü) bu lüzum-ı nâma’kuul (akla uygun olmıyan lüzum) mümkün (ve olası) olsa her vakit ve her taraftan bir yolda, bir siyakda (bir gelişte) bulunması lâzım gelir idi.
“Ve el-an (şu anda) görünmeliydi. Ve sima-i eşyanın (eşyanın / şeylerin sima ve yüzlerinin) mütenevvî (çeşitli) hâlât (hâlleri) ve zuhurâtından (zuhurlarından) asla intizam (ve düzgünlük) hâsıl olmamalıydı. Âlemin kâffe-i etrafı ve cihanı (evrenin dört bir yanı) intizamla dolmasından (anlaşılıyor ki bir Yaratıcının varlığı zaruridir). Ve bu kadar zaman ve mekânların ihtilâf ve tagayyüratına (değişmelerine) göre bu intizamın hemîşe (daima) cereyan etmesinden (devam etmesinden anlaşılıyor ki) bir Haalik-ı mükevvenatın (bir kâinat Haalikının) vücûdu (varlığı) lâbüddür (gereklidir). Öyle bir Haalık (Yaratıcı) ve mürettib (tertîb edici) olmamış olsa, ecrâm-ı semaviyenin (gökteki yıldız ve gezegenlerin) intizamı (düzeni) aklen ve fennen (akıl ve ilimce) mümkin (ve olası) değil idi.
18

“Bu intizamın bila-akl ve tedbîr (akılsız ve tedbîr edicisiz yani idarecisiz olarak) ibtida-yı zuhûru (ilk defa ortaya çıkması) mümkin olmadığından (ki öyledir). Dekaika (bütün
inceliklere) bile muttali’ (onlardan haberli) olmak üzere bir Haalik-ı Kaadir (güç sahibi bir Yaratıcı) bir Haalik-ı Müdrik’in (idrak sahibi bir Yaratıcının) vücûdu (varlığı) lâbüddür (zarurî ve gereklidir).
“Ecram-ı semaviyenin (gökteki yıldızların) mevcud (ve var) olan harekâtından (hareketlerinden) anlaşılması için kuvve-i câzibeden (çekim kuvvetinden) başka bir kuvve-i dâfia (itme kuvveti), bir kuvve-i sevkıye (sevk ve idare kuvveti); elhâsıl (kısaca) bir sahib-i def’ ve ilka (tehlikeyi savacak ve gerektiğinde yerleştirmeyi sağlıyacak biri) dahi lâzımdır.
“Ve (üstelik) kuvve-i dafia (def’ etme, savunma ve savma kuvvetinin) madde ve cisimden daha evvel (daha önce) bulunması, daha evvel başlaması ve madde ve cisimden âli (yüksek) olması muktazi (gerekli) ve zarurîdir. Zira (çünkü) nücum-ı seyyarenin (gezegenlerin) harekât-ı mevcûdesi (var olan hareketleri / devinimleri) yalnız kuvve-i câzibe (çekim kuvveti) ile hâsıl
olamaz (meydana gelemez).
“Kuvve-i câzibe (çekim kuvveti) meselâ ecram-ı seyyareyi (gezegenleri) Şems (Güneş) cihetine (tarafına) celb eder (çeker. Böyle) iken o cezb (o çekim) hasebiyle (sebebiyle) iktiza eder (gerekir) idi ki, o ecramı (yıldızları) Şems’e (Güneş’e) ittisal kesb etsinler (ona yakın olsunlar ve onunla birleşsinler). Halbuki ittisal kesb etmedikten (yani çekim sonucu, Güneşe yapışmadıktan, onunla birleşmedikten) başka; bir de Şems’in (Güneş’in) etrafında (çevresinde) devrî (döner halde) bir hareket icra eder (yapar)lar. Bu hâl (bu durum) mutlak (kesin biçimde) bir kuvve-i ma’kuule (akli bir kuvvetle) bir emr-i Rabbaniye (Rabbe ait bir emir ve buyruğa) vâbeste (bağlı)dır. Ta ki kendi devirlerine (yörüngelerine) mahsus (onlara ait) mesafata (mesafe ve uzaklıklara) sevk etmiş (yöneltmiş) olsun.
“Âlemlerde görülen intizam-ı azîmin (büyük intizam ve düzenin) gerek Mekanik ve gerek esbab-ı maddiyeye (maddi sebeplere) haml olunması (yüklenmesi), sahib-i akıl ve fen (akıl, ilim ve bilim sahibi) olan insan için asla kaabil (kabul edilecek bir husus) değildir.
“Hiç bir sebeb-i tabii ve maddî (maddesel, doğal ve tabii bir sebep) olamaz ki, bütün nücûm-ı seyyare(yi gezegenleri) ve anların (onların) tevabiini (onların uydularını); şimdiki gibi kâmilen (tamamını) bir cihete (bir yöne) doğru hiç bir ihtilâf-ı azîm (büyük bir aykırılık) vukubulmaksızın (olmaksızın) muntazam (düzgün) bir plân ile hareket ettirsin.
“Buralarını nazar-ı hikmet (hikmet gözü) ile seyr ve tefekkür edenler (düşünenler) bir fikr-i azîm (büyük bir fikir) yani Haalik-ı Âlemin (Âlemi Yaratanın) âsâr-ı Rabbaniyesini (Rabbanî / Rabba ait eserlerini) müşahade etmeğe (görmeye) mecbûr (ve zorunlu) olurlar.
“Kezalik (bunun gibi) hiç bir sebeb-i maddî (maddî sebep) olamaz ki nücûm-ı seyyare (seyyar / gezgin yıldızlara) ve anların (onların) tevabiine (uydularına) haiz (ve sahip) oldukları sür’ati i’ta (hızı versin. Üstelik bu hız) ile beraber bu sür’atler kat’ edecekleri muktazî mesafata (kesecekleri gereken mesafe ve uzaklıklara) kadar muayyen (belli) ve mahsus (özel) olsun . (Yani hiç bir maddî sebep yıldızlara gereken hızı vermiş olamaz. Üstelik bu hız gidecekleri yerlere kadar onları götürecek şekilde belli bir zamana göre ayarlanmış olamaz).
“Güneşe ve başka merakiz-i câzibeye (çekim merkezlerine göre) hesab olunmuş zerrât (zerreler /atomlar var). Ve (bunlara) kuvvet ve sür’at-i muayyene (belli hız) verilmek lâzım. (Böyle) olduğu gibi nücûm-ı seyyarede (yıldız ve gezegenler için de) medârât-ı müştereke-i merkeziyeleri (merkezî ortak yörüngeleri) nisbetinde yapılmış olmak için (yani buna göre hızları tayin edilmiş olması gerekir). Ayrıca bir hesab, bir kuvvet-i mahsusa (özel bir güç) ve ma’kuule (akıllıca hesap-kitap) lâzım idi.
“O kudret ve kuvve-i ma’kuule-i intizamı (intizamın akıllıca hesap edilen kuvvetini) istihsal (ve
19
sağlamak) için zerratın (zerre ve atomların) mahiyetini (bilmek gerek). Ve zerrattan (zerrelerden)
mürekkeb (meydana gelen) ecsamın (cisimlerin) kesb (ve elde) edeceği keyfiyâtı (durumları) bilip (ona göre hareket etmek lâzım). Bunu bildikten sonra her birine muktazi olan (gereken) zerrattan (zerre ve atomlardan) ne daha az ve ne daha ziyade (daha çok) ta’yîn ve taksîm ederek (ortaya koysun. Böylece) sair (diğer) ecsam (cisimler) ile nisbet-i mukteziye (gereken nisbete) ve kaide-i mahsusa (özel kaide) tahtına (altına) alabilsin.
“Ve mikdar ve derecatından (derecelerinden) hâsıl olacak (meydana gelecek) kavaidi (kaide ve kuralları) ve nücûm-ı seyyarenin (yıldızların) taksim-i mesafatiyle (mesafe ve aralarındaki uzaklığın belirlenmesiyle) bunların tevabii (uyduları) ile (aralarındaki münasebet ve ilişki ayarlansın). Meselâ (örneğin) Şems (Güneş)ten mikdar-ı buudları (uzaklık dereceleri belli olsun).
“Ve Zühre’deki tevabiin (uyduların) kezalik (bunun gibi) mesafatını (mesafelerini) ve Müşteri (Jüpiter yıldızı) ve küre-i arza (Dünya’ya) ve sair (diğer) nücûm-ı seyyare tevabiinin (seyyar / gezici yıldız uydularının) mesafat-ı mütenasibelerini (aralarındaki uygun mesafeleri) ve sür’atlerini ta’yîn ve tahsîs etsin (belirlesin). Ki, muayyen (belli) hareket ve sür’at ve mikdarın netayicinden (sonuçlarından) olarak tevabi-i ecsam-ı câzibenin (kendilerine çeken cisimlerin uydularının) etrafında görünebilsinler. Ve daima deveran etsinler (yörüngelerinde dönsünler).
“Bu beyan eylediğimiz (açıkladığımız) ecram-ı namütenahiyenin (sonsuz sayıdaki yıldızların) muntazam (düzgün) bir kaide altına alınıp (hareketleri sağlansın. Böylece) tatbîk(en) ve tevhîd(î bir halde) ve (bu şekilde) tensîk edilmesi (düzene konulmaları mümkün olsun). Ve böyle bir intizam-ı azîmin (büyük intizamın) ecsamı (cisimleri) muhît olması (kuşatması, ancak bir Haalik-ı Aakılın (akıl sahibi bir Yaratıcının) vücûdunu (varlığını) müstelzimdir (gerektiricidir).
“Böyle bir Haalik (Yaratıcı) ki tesadüfe (raslantıya) hiç bir veche ile (hiç bir şekilde) tâbi’ olmadıktan (asla tesadüfe yer vermedikten) başka (O’nun) Mekanik (yani Kuvvetlerin maddeler ve hareketler üzerine etkisini inceleyen fizikle ilgili ilmin sahibi olması gerekir. Denge veya hareket kurallarıyla alâkalı bilginin de kendisinde olması icab eder).
“Ve Jeometri (Geometri yâni nokta, çizgi, açı, yüzey ve cisimlerin birbirleriyle ilişkilerini, ölçümlerini, özelliklerini inceleyen matematik dalı, yâni hendese) ilimlerinin, menbaı (kaynağı) ve üstaz ve sahibi olması lâbüddür (gerekli ve lâzımdır).”
Bu noktaya kadar beyan eylediğimiz (açıkladığımız) edille-i kaatıadan (kesin delillerden) başka Allahü Teâlâ hazretlerinin yine emr-i mahsusu (özel buyruğu) lâzımdır. Yoksa ecramın (yıldız ve gezegenlerin) mihverlerinde (eksenlerinde) deveranı (dönüşleri) kuvve-i câzibeden (çekim kuvvetinden) hâsıl olmak (yani meydana gelmesi) mümkin (ve olası) olmıyacağı fen (ilmini) bilenler için bedihî (ve açık)tır.
Kezâlik (bunun gibi) Allahü Teâlâ hazretlerinin emr-i mahsusu (özel buyruğu) lâzımdır, ki ecsamın (cisimlerin) mihverlerinden (eksenlerinden) başka hareket-i uhra (başka bir hareket ve devinim) ile kat’ eyledikleri (kestikleri) mesafat (mesafe ve uzaklıklar) hasebiyle (dolayısiyle) müsademeye (çarpışmaya) mahall (sebep) kalmamak üzere tatbîk ve tevfîk eylesin (hareketleri bu duruma bağlı olsun).
Bu hikmet Güneş ve nücum-ı seyyare (yıldız ve gezegenler) ve tevabiinde (ve onların uydularında) her an görünür. Hîn-i teşkilde (teşkil ve meydana gelişlerinde) zerrat-ı münteşire (her tarafa yayılmış olan zerreler, atomlar) bir kuvvet ve emr-i ma’kuul (akla dayanan bir emir) olmasa, nasıl kendi kendilerini ve ba’dehu (ondan sonra) iki nev’ (iki çeşit) ecram-ı azîme-i semaviyeyi (büyük gök cisimlerini / yıldızları) yani nuranî (nurlu) ve gayr-i nuranîyi (karanlık olanları) ayrıca teşkîl edebildiler, (meydana getirebildiler)?
Ulûhiyeti (bir olan Allahın varlığını) ispat (ve kanıtlamak) için felekiyatta (felekle ilgili yani gökyüzünde) mevcud (ve var) olan edille-i azîmeden (büyük delil ve kanıtlardan) başka hılkat-ı
20
insaniye (insanın yaratılışı) ulûhiyete (bir olan Allahın varlığına) şehadet (şahitlik ve tanıklık) eder.
Meselâ zî-rûhun (ruh sahiplerinin) bedenleri bu kadar san’atla kendi kendine vücûd bulması (meydana gelmesi) nasıl mümkin (ve olası) idi?
Bir müdebbir-i küll (herşeyi bilen, düşünen ve idare eden olmasa), bir müdebbir-i azîm
(büyük bir idareci) olmamış olsa bir maksad ve nihayet-i ma’kuule (akıllıca bir sonuç) için bedenimizin a’za-yı mütenevviası (çeşitli a’zâ ve organları) nasıl tanzîm olunabilir (düzenlenebilir) idi?
İlm-i basar fennini (göz ilmini) bilmeyince göz gibi harikulâde (olağanüstü) bir âleti, cisim ve madde tesadüfen nasıl vücûda (meydana) getirir idi? Sada (ses) ilmini bilen bir Âlim-i Kaadir (Kudretli bir Âlim) olmasa (s. 33) kulak gibi garib (şaşırtıcı) musanna’ (san’atlı) makinenin kendiliğinden zuhûru (ortaya konulması) mümkin mi idi?
İnsanların malum olan (bilinen) meşiyyet (irade) ve irade-i derûnî (iç irade) ve bundan mütevellid (bundan doğan) harekât-ı ma’kuule (akla uygun hareketler) ve hayvandaki bilâ-taakkul (akılsız)…gibi bir keyfiyetin (bir durumun) sahipsiz olarak tertîb ve îcadı hatıra (ve akla) sığar mı?
Nokta-i hayat-ı hayvaniye (hayvanın hayat noktası) ol mahalde (o yerde) görünür ki müstaid-i hisdir (hissin istidat ve kabiliyetidir). Kuvve-i hayatiye (hayat kuvveti) ol (o) mahalde (0 yerde) hazırdır. Ki eşyanın (şeylerin) tasavvuru ve ma’kuulâtın (akla uygun şeylerin) tefekkürü (düşünülmesi) a’sab (sinirler) ve dimağ vasıtasiyle celb (edilir). Ve andan (ondan) sonra kuvve-i müdrike (anlama kuvveti) vasıtasiyle ahz u tedkîk (edilir. Alınıp incelenir). Ve hissiyat ve hayâlât (hisler ve hayaller) başka bir san’at-ı azîme (büyük bir san’at) ile tensîk olunur (düzenlenir).
Derk (anlama) ve hikmetin vücûdu (varlığı) âciz olan insanda bulununca bundan da anlaşılmaz mı ki menba-ı akl ve hikmet (akıl ve hikmetin kaynağı) ve her tarafda hazır ve nâzır ve bakî (kalıcı) bir kuvve-i akliye-i umumiye (bir genel akıl kuvveti mevcuttur). Yani bir Haalik-ı Mutlak (bir mutlak Yaratıcı) vardır.
O Haalık (O Yaratıcı) kâffe-i mevcudat (tüm varlıkların) ve mesafat-ı nâmütenahiyenin (sonsuz mesafelerin) nokta-i asgarını (en küçük noktasını) bile güya (sanki) mahall-i ruh-i küll (her şeyin ruhunun mahalli) ittihaz edip (edinip) her noktayı, her şeyi ayrıca bilir. Ve lüzum-ı hıfz (koruma lüzumu) ve ta’yîn-i netayic (sonuçları tayin) için kâffe-i mevcûdatı (bütün mevcut ve varlıkları) aynen ve bila-inkıta’ (kesintisiz bir şekilde) hıfz (koruma) ve icabına göre tağyîr eyler (değiştirir).
Ve daima ahvaline muttali’dir (hallerinin farkındadır). Ve hissiyat (hislerini) ve ahvâlini (hâl ve durumlarını) kendilerinden ziyade (daha çok) anlar, kendi ulûhiyetine (kendi ilah ve Tanrısına) olan irtibat (bağ) ve ihtiyaçlarını bilir. Bu eşyanın (bu şeylerin) bir mikdarı nisbeten zaif (zayıf) olan his ve aklımıza nakl olunca, biz de kâinattan hayli şeyleri tasavvur edebilir (düşünebilir, tasarlıyabiliriz). Ve (bu şekilde onları) görür iken ya bunca akılları, bunca san’atları, bunca âlemleri meydana getiren (Yüce Allahdır).
Ve kâffe-i kâinat(ı tüm evreni), kâffe-i zerrât(ı bütün zerre ve atomları), kâffe-i mevadd(ı bütün maddeleri), kâffe-i hissiyât(ı bütün hisleri), kâffe-i ma’kuulâtı (tüm akla uygun varlıkları) halk (edip yaratan Allahtır). Ve tertîb (edip düzenleyen O’dur). Ve hıfz eden (koruyan) Haalık-ı Kaadir (kudretli Yaratıcıdır. Böyle bir Yaratıcı) nasıl tasdîk edilmesin!?
Allahü Teâlâ her şeyi halk etti (yarattı). Her şeyi bilir. Ve her şeyi meşiyyet-i Rabbaniyesi (Rabbanî iradesi / istenci) tahtında (altında) tutar. Bir çok münkir (inançsız)lar ve dinsizler bilmiyerek Volter’i reis addeder (sayar)lar. Sehivlerini (hatalarını) izale (gidermek) için Volter’in makaalâtından (makalelerinden / yazı ve sözlerinden) bir parçasını mealen (anlam olarak) yazalım.
İşte Volter’in ifadesi: “Her kim ki anlamak ister ise hem intizam-ı âleme (âlemin intizam ve düzenine), hem kâffe-i mevcûdata (tüm varlıklara) tahsis olunan (özgü kılınan) bir nihayet-i
ma’kuuleye (makuul bir sonuca) atf-ı nazar eylesin (göz atsın)! Uluhiyeti (Allahın varlığını) ispat
21
etmek (kanıtlamak) üzere bir çok büyük kitaplar yazdılar. Fakat böyle âşikâr ve bedîhî (apaçık) bir keyfiyet (bir durum) için büyük kitapların yazılmasına lüzum yoğidi.
“Zira bâlâda (yukarıda) beyan eylediğim (açıkladığım) iki delil (iki kanıt) ile hakikat malum (ve belli) olur. Ben her ne vakit bir saat görür isem akrebi muayyen (tayin edilmiş) saatleri gösterir. O anda anlarım: Bu saat bir maksat zımnında (bir maksat için) işlediğinden aakıl bir kimse tarafından tertîb olunmuştur (düzenlenmiştir) ki, akreb vasıtasıyla leyl ve neharın (gece ve gündüzün) her saatını göstermiş olsun.
“Kezâlik (bunun gibi) her günü, her seneyi muntazaman (düzgün olarak) gösteren ecramdan (yıldızlardan) anlarım, ki bunları bir aakıl (akıl sahibi bir zat), bir sahib-i kuvvet (bir kuvvet sahibi) (s. 34), bir maksat zımnında (bir gaye için) tertîb etti (düzenledi).
“Bir de insanın bedenindeki a’zadan (organlardan) ve anların (onların) hidemat ve icraat-ı kesîresinden (bir çok hizmet ve icraatlarından) ma’lûm olur (bilinir) ki bunları bir Haalık-ı Aakıl (akıl sahibi bir Yaratıcı) tanzîm etmiş (düzene sokmuş) tur.
“İnsan katre (damla) iken dokuz ay validesinin (anasının) rahminde kalır ve orada hiç bir tarafın sun’u (bir bakıma yardımı) olmaksızın tegaddî eder (gıdalanır). Andan (ondan) sonra gözlerine dikkat ederim ki, görmek ve elleri almak gibi faideli (faydalı) hidmet ve vazîfeleri (görevleri) ifa eder (yerine getirir).
“Bu keyfiyât-ı amîka ve garîbe (bu şaşırtıcı ve derin durumlar) âdi olan (sıradan) adamlara âdi (sıradan) görünür. Düşünmezler ki sahib-i akıl ve kudret (akıl ve kudret sahibi) olmıyan maddeden böyle ma’kul (aklî) şeylerin vücûd-pezîr olması (vücud kabul etmesi) muhal (ve imkânsız) olur. Adi (sıradan) adamlar elbette bu cihetleri düşünemezler. Zira (çünkü) akılları hikmet ve hakîkati tasavvur (edip zihinde canlandırmaya) ve taakkula (akletmeye) muktedir değildir (buna gücü yoktur).
“Elhasıl (kısaca demek lâzımsa) ben bir insan-ı aakıl (akıllı bir insan) iken icra-yı tertîbat (tertiplerde bulunmak) için, âciz olduğumu görünce anlarım ki, bu muntazam (düzgün) ve azîm (büyük) âlemi yapmak ve tertîb etmek (düzenlemek) için insanlardan daha aakıl (daha akıllı) ve gayet muktedir (çok güçlü) bir sahib-i kudret (kudret sahibi) vardır. Her şeyi halk etmiş (yaratmış)tır.”
Volter’in bâlâda (yukarıda) mealen (anlam olarak) tercüme olunan (çevrilen) ifadesi isbat-ı ulûhiyet (Allahın varlığını kanıtlamak) için en muhtasar (en kısa ve özlü) ifadesidir.
Kendisi Berlin’de büyük Frederik’in yanında bulunduğu sırada ve andan (ondan) sonra uluhiyeti (Allahın var ve bir olduğunu) ispat zımnında (kanıtlamak için) uzun uzadıya yazdığı risaleler (kitaplar), te’lîf eylediği (yazdığı) kitaplar sair (diğer) müellefatı (telif ettiği, yazdığı eserler) meyanında (arasında) hâlâ dikkatle okunmaktadır.

MÜNKİRLERE (İNKÂRCILARA) BİR MİSÂL (BİR ÖRNEK)

Hilkaten (yaratılıştan) aakıl (akıllı) ve zekî bir insan farz edelim (varsayalım), ki yirmibeş yaşına varıncaya kadar karanlık bir yerde kapanıp dünyayı görmemiş ve yalnız yanında olan diğer bir adamdan tekellümü (konuşmayı) ve yazıp okumağı öğrenmiş olsun.
Karanlıkta büyümüş insan-ı aakılı (akıllı insanı) mevsim-i rebî’de (ilkbahar mevsiminde) güzel bir mahalle (yere) çıkaralım da bir taraftan âfitab-ı şua-nisarı (şua saçan güneşi), diğer taraftan yeşillenmiş saha-i nükhet-fezayı (kokular saçan alanı) ve eşcar-ı esmar-ı disarı (bol meyvalı ağaçları) ve nebean ve hizan eden (çıkıp köpüre köpüre akan) miyah-ı berrakı (berrak suları) görsün. Ve enva-ı raiha-ı tayyibe (çeşitli güzel kokuları) his ve istişmam etsin (koklasın).
22
Bülbüllerin ve sair (diğer) kuşların tatlı ve hazin nağamatını (nağmelerini) işitsin. Sonra gezdiği yerlerde bir çok hayvanatın (hayvanların ) şevk ile (coşkuyla) oynayıp biri biriyle ünsiyet eylediklerini (birbirlerine yabancılık çekmediklerini) müşahede etsin (görsün).
O sırada kemal-i nâz ile (tam bir nazla) harman olan gayetle (son derece) sabîhu’l-vech (güzel yüzlü) bir insana nigeran olsun (baksın). O nigarın (o bakışın) tebessüm-i melahat-efza (güzellik artıran tebessüm ve gülümsemesi) ve nigâh-ı dilrübasının (gönül alan bakışının) ilka eylediği (verdiği) hissiyat-ı lezîzeyi (tatlı his ve duyguları) his ile kalb ve aklı yerinden oynamış olsun.
Ba’dehu (0ndan sonra) güzel yemekler, meyveler yesin ve susayınca âb-ı zülâl (tatlı su) gibi (s.35) su bulup içsin. Ve günü böyle zevk ve safalar içinde geçirdikten sonra gece olunca bir taraftan milyonlarca nücûm-ı lâmiayı (parlak yıldızları) diğer tarafdan mahzûnane (hüzünlü, üzüntülü bir şekilde) irae-i endam eden (endamını gösteren) mâh-ı tâbânı (ışık saçan ayı) görsün.
Cümlesini (hepsini) temaşa (ve seyr) ederken gayet (çok) hazin (üzüntü verici) ve aşk-engiz (âşık eden) bir sada (ses) istima’ etsin (işitsin). Sonra kemal-i rahat ve lezzetle (tam bir rahat ve lezzetle) uyusun. Ertesi günü bir hükema (hakim ve feylesoflar) meclisinde bulunup anların (onların) mükâlemat-ı hikmet-âyâtını (onların konuşmalarındaki hikmetli, düşündürücü sözleri) dinlesin.
Ba’dehu (ondan sonra) gayet (çok) ma’nîdar (mânâlı) bir kitab eline alıp mütalâa etsin (okusun). Elhasıl (özetle) böyle hâlâttan (hâllerden) mütehassis (hislenmiş ve duygulanmış) iken meş’ûm (uğursuz) olan bir münkire (inkârcıya) tesadüf ile (rastlayarak): “Dün ve dün gece ve bugün yeni çıkdığım bu dünyada gördüğüm mevcudatın (varlıkların) sahibi ve Haalikı (Yaratanı) kimdir?” Diye sual etsin (sorsun). Münkir (inkâr eden) cevaben (yanıt olarak) dese ki:
“Hayır, her ne görüp işittin ve her ne ki ekl (edip yedin) ve şürb eyledin (içtin) ise bila-Haalik (Haaliksız olarak) kendi kendine oldu!”
Bu ifade-i garabet-nüma (bu şaşırtıcı ifade) üzerine dünyaya yeni çıkan adam ol (o) münkiri (inkârcıyı) kâzib (yalancı) bir mahlûk (yaratık) add eder (sayar). Mamafih (bununla beraber) yine sorsa ki: “Ya benim şimdi okuduğum kitabın müellifi (yazarı) kimdir?”
Münkir (inkârcı) cevaben (yanıt olarak) ve ilâveten (sözüne şunu ekleyerek): “ O kitabın müellifini (yazarını) yazar iken görmediğimden müellifi (yazarı) olmadığı anlaşılır. Binaenaleyh (bundan ötürü) vaktiyle rüzgâr (yel) esip bir yerde bulunan bazı harfler rüzgârın şiddet-i hübubundan (şiddetle esmesinden) bilâ-müellif (müellifsiz / yazarsız), bilâ-mürettib (tertip eden olmaksızın), bilâ-matbaa (matbaa olmaksızın, basılmaksızın) kendiliklerinden karıştı; bu kitab tesadüfen (rastgele) ve tabii (doğal) bir surette yazıldı!”
Deyince kâinatın Haaliksız (Yaratıcısız) yapıldığını iddia (edip savlayan) ve inkâr eden münkirin (inkârcının) bu ikinci ifadesinden dünyaya yeni çıkan adam daha ziyade (daha çok)
müteaccib olmaz (şaşmaz mı)? Fakat münkirin (inançsızın) yalnız kâzib (yalancı) değil;
mecnun (deli) olduğuna da (hükmetmez mi? Yani bu) hükümde (asla) tereddüd etmez. (Bu durumda kararsızlık göstermez.)
Bu makale-i âcizanemin (bu âcizane / güç yetirmezliğimin bir göstergesi olan makalemin) hitamında (sonunda) hatemü’l-belaga-i ruh ve ruhaniyet (ruhaniyet ve belagat ruhunun sonuncusu), menba’-ı serair ve hikmet (hikmet ve sırlar kaynağı) olan Kur’an-ı azimüşşandan (şanı yüce Kur’andan) yedi âyât-ı kerîmeyi (yedi âyet-i kerîmeyi) teyemmünen (uğur sayarak) derc ile (sözlerime eklemek istiyorum).
İsbat-ı ulûhiyyet ve ruhaniyet (i, böylece Allahın birliğini ve ruhaniyeti kanıtlamak istiyorum. Bunun) için semavat (semalar, gökler) ve arz iki şâhid-i âdil (âdil iki şâhit ve tanıktır. Bunlar bu) gibi insanların mahkeme-i akl ve vicdanlarına (akıl ve vicdan mahkemelerine) ikame olunur (sunulur):
Sure-i İmran’ın 190. ve 191. âyât-ı kerîmesinde (kerîm olan âyetlerinde) ferman ve beyan buyurulur:
23
İnne fî halki’s-semavati ve’l-ardı ve’htilâfi’l-leyli ve’n-nehari leâyâtin liuli’l-elbab.
(Göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün birbiri ardınca gelip gidişinde aklıselim / sağduyu sahipleri için gerçekten açık ibretler vardır.) -Kur’an-ı Kerîm ve Açıklamalı Meali, TDV, s. 74-
Ellezîne yezkürûne’llahe kıyamen ve kuuden ve a’lâ cünûbihim ve yetefekkerûne fî halki’s-semavati ve’l-ardı rabbena ma halakte hâzâ bâtılen sübhaneke fekına azâbe’n-nar. (Âl-i İmran: 191)
(Onlar, ayakta dururken, otururken, yanları üzerine yatarken -her vakit- Allah’ı anarlar, göklerin ve yerin yaratılışı hakkında derin derin düşünürler -ve şöyle derler:- Rabbimiz! Sen bunu boşuna yaratmadın. Seni tespih ederiz. Bizi Cehennem azâbından koru!
(Allah Teâlâ, 190. âyette, göklerin ve yerin yaratılışı ile gece ve gündüzün değişimini, bir başka deyişle, mekân ve zamanın ilahî kudrete delaletini aklı-selim / sağduyu sahiplerinin ibret nazarına sunduktan ve böylece bizden, varlığın gerçek bilgisine ulaşma çabasını göstermemizi, özlü bir ifade ile istedikten sonra; 191. âyette, bu çabayı gösterenlerin, Allahın üstün kudretinin ve eşsiz sanatının eserlerini idrak etmeleri sonunda, O’na derin bir saygı ile yönelmelerinin kaçınılmaz olduğunu ortaya koymaktadır.) (a. g. meal s. 74)
(Eserin aslına dönüyoruz, âyetlerin) mânây-ı şerîfi (şerefli mânâları şudur:)
“Elbette semavat (gökler) ve arzın yaradılışında ve gece ve gündüzün ihtilâf ve takibinde (birbiri peşi sıra gelmesinde) ashab-ı akl olanlar (yani akıl sahipleri) için alâmat (alâmetler) ve nişanlar (işaretler) vardır. Ol (o) akıllar ayakda ve oturdukda ve yatdıkta -yani her bir hallerinde- Allah teâlâyı zikr (edip anar) ve (düşünüp) mülâhaza ederler.) Ve semavat (gökler) ve arzın (yerin) halk olunmasında (yaratılmasında) tefekkür ve teemmül ederler (iyice düşünürler.) -Andan (ondan) sonra derler- Ey bizim Rabbimiz! Bunları abes (boş yere) ve bâtıl (yanlış olarak) halk etmedin (yaratmadın), senin için paklik (mânen temiz oluş) vardır. Ve bizi ateş azabından (s. 36) hıfz et (koru).”
Bu mahalde ateşden maksad, ateş-i cehennem olduğu gibi, ateşi inkâr da olabilir.
Sure-i A’rafın (A’raf sûresinin) 185. âyet-i kerîmesinde (kerim olan âyetinde) ferman (emir) ve beyan buyurulur ki:
Evelem yenzuru fî melekûti’s-semavati ve’l-ardı ve ma halaka’llahu min şey’in ve en asâ en yekûne kad ikterebe ecelühüm febieyyi hadîsin ba’dehu yu’minûne.
(Göklerin ve yerin hükümranlığına, Allah’ın yarattığı her şeye ve ecellerinin yaklaşmış olabileceğine bakmadılar mı? O halde Kur’andan sonra hangi söze inanacaklar? -a.g.meal s. 173- )
(Âyetin, eserin aslındaki) manay-ı şerîfi (şerefli manası):
“Ayâ (acaba) münkirler (inançsızlar) -veya insanlar- nazar etmezler (bakmazlar) mı? Semavat (gökler) ve arzda (yerde) ve anların (onların) içinde olan eşyaya (şeylere, varlıklara) ki Saniin (san’atla Yaratanın) kudretini ispat eder (kanıtlar). Ve şayed (eğer) ecelleri karîb (yakın) ise andan (ondan) sonra Kur’an’ı Kerîm’den başka hangi kelâma (söze) inanabilirler?”
Yasin-i Şerîf’in 78. âyet-i kerîmesinde ferman (ve emir) buyurulur ki:
“Kale men yuhyi’l-izame ve hiye remîm.”
Mânây-ı şerîfi (şerefli anlamı:) “Münkir (inkârcı) olan insan dedi: Kemikleri kim diriltir? Kemiklere kim hayat verir? Çürümüş olduğu hâlde.”
İşte bunun üzerine Yasin-i Şerîf’in (Şerefli Yasin’in) 79. ve 80 ve 81. âyât-ı kerîmesinde (ayet-i kerîmelerinde / keremli âyetlerinde) Allah Teala hazretleri o münkire (o inkârcıya) cevap vermek üzere Fahr-i Alem (Alemin fahrı / övüncü olan) aleyhissalatü ve’s-selâm efendimize ferman buyururlar ki:
“Kul yuhyihellezî enşeeha evvele merretin ve hüve bikülli halkin alîm. Ellezî ceale leküm mine’ş-şeceri’l-ahdari naren feiza entüm minhü tukidun. Eve leyse’llezî halaka’s-semavati ve’l-arda bikadirin a’la en yahluka mislehum belâ ve hüve’l-Hallâku’l-alîm.”
24
Mânây-ı şerîfi (şerefli mânâsı):
“Ya Muhammed! Söyle kemikleri dirilten ol (yâni O) Allah ki anları (onları) birinci defa yarattı. Ve ol (o) Haalık (Yaratıcı) ki her halk (yaratış) ve icada (vücud vermeye, ortaya koymaya) alîmdir. (Bunun için ilim sahibidir.) Sizin için yeşil ağaçtan ateş yaptı. Ve siz ol (o) ağaçtan ateş yakarsınız. Aya (acaba) ol (o) Allah ki gökleri ve yeri yarattı. Kaadir (gücü yeter) değil midir ki anların (onların) mislini (benzerini) ve kemikleri yaratmasın! Evet, ol (yani o) Allah, yaratıcı ve alîmdir.”
(Yasin 79: De ki: Onları ilk defa yaratmış olan diriltecek. Çünkü O, her türlü yaratmayı gayet iyi bilir.
(Yasin 80: Yeşil ağaçtan sizin için ateş çıkaran O’dur. İşte siz ateşi ondan yakıyorsunuz. -Bedevîler ağaçları birbirine sürterek ve yakarak ateş elde ederlerdi. Yemyeşil ağaçtan ateş çıkarmaya muktedir olan Allah çürümüş kemikleri diriltmeye de kaadirdir. Âyette buna işaret edilmektedir.-
(Yasin 81: Gökleri ve yeri yaratan, onların benzerlerini yaratmaya kaadir değil midir? Evet. Elbette kaadirdir. O, her şeyi hakkıyla bilen yaratıcıdır. -a. g. meal s. 444-)

MESNEVÎ

Kez neyistan ta mera bübrîde end
Ez nefîrem merd u zen nalide end

Terceme (Çeviri): Kamışlıktan beni kestiklerinden beri benim feryadımdan merd ve zen (kadın ve erkek) (s.37) ağlayıcıdır.
Şerh (Açıklaması): Kamışlıktan maksad, mertebe-i ehadiyet (Allahın birlik mertebesidir). Ve (yine kamışlıktan kastedilen) âlem-i ruhaniyettir ( ruhaniyet âlemidir). Aarif olan (Allahı hakkıyla bilen) zât buyurur ki:
İrade-i Rabbaniyenin iktizay-ı celili (Rabbin irade, istek ve dilemesinin yüce gereği kendisini şöyle göstermiştir). Beni âlem-i ruhaniyetten (rûhaniyet âleminden) tefrîk ile (beni ayrı düşürmüştür. Böylece beni) bu dünyanın hicr (ayrılık) ve âlâmına (elemlerine) refik (arkadaş etmiştir. İşte yüce Allah beni ruhaniyet âleminden ayrı ve gayrı) eyliyeliden beri sesimden (feryat) ve figanımdan zükûr (tüm erkekler) ve inas (tüm kadınlar) nâlân (edip inliyor, sızlıyorlar.) Ve giryan olu(yo)r (ağlayıp duruyorlar).
Bu beyt-i şerif (bu çok mânalı beyit) üç vecih ile (üç şekilde) şerh (edilip açıklanabilir). Ve ta’rîf olunabilir (tanımlanabilir):
Vechin (açıklayıcı şekillerden) biri, yine kâmil (ve erdemli) olan zât, âlem-i ruhaniyete (ruhaniyet âlemine) dair (onunla ilgili olarak) beyan (edip açıkladığı) ve irad ettiği (ileri sürdüğü) nikatın (nüktelerin) istimaından (işitilmesinden dolayı ağlayanlar olacaktır). Ve o âlemin hicr ve firakından (o âlemden ayrılınmış olunmasından ötürü kimileri feryat ve figan içindedirler). Ve ale’l-husus (özellikle) müstemiîn (dinleyenler) hasbe’l-insaniye (insan oldukları için) o zâtın (o kişinin) hem-hâli (aynı derde sahip) olduklarından (dolayı feryat ve) figan eder(ler).
Diğer vech (diğer bakışta), nefis ve şeytanın tazyikatı (baskısı vardır). Ve dünyanın müşkil (zor) olan sair (diğer) hâlâtı (hâlleri vardır. İşte bunlar) hasebiyle insanların çekdikleri (binbir çileler vardır). Enva-ı gumûm (çeşit çeşit gam ve keder sahibidirler). Ve enva-ı hümûmu (çeşit çeşit dert, keder ve gaileleri vardır. İşte bütün bunları) işiten merd ü zen (kadın-erkek herkes) kemal-i rikkatten (acıma duygusuna sahip olduklarından ve kalblerinin yumuşaklıklarından ötürü) nalezen (ağlayıp inleyici) olur.
Vech-i sâlis (üçüncü açıklayıcı şekil şudur): Bir tıfl-ı zaif (zayıf, küçük bir çocuk düşünün ki), lisan-ı
hâl ile (hâl diliyle) tarif eyler (durumunun, ana babası üstündeki etkisini şöyle açıklar. Öyle) ki
25
dünyaya geldiği dakikadanberi hastalık(larla karşılaşmaktadır). Ve sair (diğer) gam ve cefalara giriftar (tutulmuş) olduğundan (merhamete muhtaç bir hâldedir. Bu yüzden) peder ve mâderi (ana-babası) kemal-i re’fetlerinden (pek acıyıcı oldukları için çok) gözyaşı döker. Ve ciğerparelerinin (evlatlarının) bu hâline merhametkârâne (merhamet ederek) atf-ı nazar eder (duruma bakar).

MESNEVÎ
Sine hahem şerha şerha ez firak
Ta biguyem şerh-i derd-i iştiyak

Terceme (Çeviri): Firakdan (ayrılıktan) pare pare (parça parça) olmuş bir sine (göğüs) isterim: Ta ki o sine (o göğüs) sahibine derd-i iştiyakın (iştiyak derdinin, gönülden özlemenin ne demek olduğunu bir güzel) şerhini (açıklamasını) söyliyeyim.
Şerh (açıklaması): Aaşık-ı mânevî (mânevî âşık, mâna âşıkı, aslına karşı âşık olan kimse) der: Dost-ı hakîkînin (gerçek, asıl dostun) likasını (yüzünü) dünyada müşahede edememesinden (dünyada görememekten) veya âlem-i ruhanînin (ruhanî âlemin) firakından (ayrılığından) sinesi (göğsü) pare pare (parça parça) olmuş bir merd (adam) isterim. Ta ki derd-i iştiyakdan (özleyiş derdinden) his eylediğim âlâm (elemler) ve ahvâli (hâlleri) kendine birer birer ta’dâd (edeyim, sayayım). Ve anınla (onunla) feryad (ve figan) edeyim (ağlayıp sızlayayım. Çünkü) makulâtı (normal olan şeyleri) bile yalnız aakıl (akıllı) olan insan derk (edip algılayabilir). Ve (ancak akıllı bir kişi) iz’an edebilir (anlayabilir).
Bu beyt-i şerifde (bu şerefli ve anlamlı beyitte) bir tenbih (bir uyarı) daha hiss olunur, ki (o da şudur): İnsan bir mânayı beyan etmek (açıklamak) isterse, o mânaya vukuuf (o anlama vâkıf, o anlamı bilen) ve behresi ( onda nasibi) olan bir zât-ı aakıl (akıllı bir kişi bulmalı. Ve onu) bulduktan sonra (istediğini ona) beyan etsin (açıklasın). Yoksa âdi (sıradan) bir adama amîk (derin) bir keyfiyet (ve iç durumu) beyan (edip açıklar) ve(ya) hikâye ederse gayr-i muktedirin (bunu kavramakta güçlük çekenin) zihnine ağırlık (vermiş olur). Ve söyleyenin içinde fenalık (âdeta kötülük) hasıl olur (meydana gelir). (s. 38)

MESNEVÎ

Herkesî ku dûr mand ez asl-ı hîş
Baz cûyed rüzgâr-ı vasl-ı hîş

Terceme (Çeviri): Her kim ki kendi aslından uzak kaldı. Kendi zaman-ı vaslını (kavuşma zamanını) tekrar (yine) arar.
Şerh (açıklaması): Ebnay-ı beşerin (insanoğlunun) aslı âlem-i ruhaniyettir (ruhaniyet âlemidir. Ruhanî âlemdir). Dünya ise beray-ı imtihan (imtihan için / sınanmak için gönderildiği yerdir. İyi şekilde mezun olması istenen okuldur, mekteptir). İnsanın muvakkaten (geçici olarak) kalacağı bir mahbes (hapishanedir). Ve bir zindandır. Mamafîh (bununla beraber) mahbes (bir hapis yeri) ve mahall-i zeval (sonunda yok olunacak yerdir. Böyle) olan dünyada bile, bir kimse şehir ve vatanından dûr olup (uzak kalırsa) giriftar-ı hicran (hicrete, oradan ayrılmaya mecbur olur. Böyle) olunca avdet(i dönmeyi) ve vuslatı (tekrar oraya kavuşmayı) nasıl arzu eylediği (mâlumdur / herkesce bilinir. Ve bunun) muhtac-ı beyan olmadığı (açıklanmaya ihtiyaç / gereksinim bırakmadığı bir gerçektir. O) halde, ârif-i billah (Allahı hakkıyla bilen kişi) kendine vatan-ı aslî (asıl vatan) bilmiş olduğu âlem-i ruhaniyeti (ruhanî âlemi) bitarîki’l-ulâ (evleviyetle / öncelikle orayı) daima arzu
(eder). Ve (orayı) taharrî edeceği ( o asıl vatanını arayacağı) bedîhîdir (açık bir husustur).
26
Fakat dünyada muvakkaten (geçici olarak) kalmak için emr olunduğundan, (ki gerçek böyledir.
İşte bu yüzden) ecel-i mev’ûd (vadedilen ecel vakti) gelinceye kadar bizzarure (ister istemez) dünyada kalır. Ve ârif (Allahı hakkıyla bilen kişi) giriftar olacağı (tutulacağı) cefadan ve göstereceği sabır ve rızadan bekâm (yani mes’ûd ve mutlu) olur. İnsan bu güzergâh-ı fenada (bu geçici ve fena geçit yerinde) ber-hayat oldukça (hayatta kaldıkça, sağ oldukça) ibadet ve meşguliyette bulunmağa mecburdur. (Kalben kendisini vermemekle beraber dünya işleriyle uğraşması gerektiği bilinen bir gerçektir.)

MESNEVÎ
Men beher cem’iyyeti nâlân şüdem
Cüft-i hoş hâlân ve bedhâlân şüdem

Terceme (çeviri): Ben her bir cem’iyyette (toplulukta) ağlar oldum. Hâlleri iyi ve fena olanlara çüft ve arkadaş oldum.
Şerh (açıklaması): Bâlâda (yukarıda) buyurdular idi, ki firakdan (ayrılıktan) sînesi (göğsü) pare pare (parça parça) olmuş bir âşık (Allah’a âşık birini) isterim. Ta ki kemal-i iştiyaka (özlemin en şiddetlisine) dair olan ahvalimi (hallerimi) ana (ona) beyan (da bulunayım) ve ityan edeyim (ona bir güzel açıklayayım). Şimdi buyurulur, ki zann olunmasın, (sanılmasın ki) ben yalnız ârif-i billâh olana (Allahı hakkıyla bilene) söz söyler(im). Ve diğer insanları terk(ederim). Ve dûr eylerim (kendimden onları uzak tutarım). Hayır, ben cümleyi (herkesi) sever(im). Ve fakat yalnız ârif (Allahı hakkıyla bilene) ve âşık (ve Allaha âşık) olana gayet dakik (son derece ince) ahval-i ruhaniye (ruhla ilgili hâlleri) beyan (eder açıklarım). Ve irad eylerim (onlara bu gerçekleri söylerim).
Ebnay-ı beşer (insanoğlu) gayet tekrîm olunmuş (son derece keremli ve şerefli kılınmıştır). Ve şâyân-ı merhamet ve muhabbet(tir. Evet insan son derece sevilmeye ve acınmaya lâyık bir yaratıktır). Ve müstaid-i saadet bulunmuş (s. 39) (tur). (Ve insan saadet ve mutluluğa istidatlı / kabiliyetli görülmüştür. Gerçek bu) olduğundan ben mânen cümlesine (hepsine) refîk (arkadaş) olur(um). Ve (ben) bais-i hayr (hayra sebep) olmak ümidiyle herkesin istidadına (kabiliyetine) göre beyan-ı hakîkat ederim (gerçekleri açıklarım).

MESNEVÎ
Herkesî ez zann-ı hod şüd yar-ı men
Ez derûn-ı men necüst esrar-ı men

Terceme (çeviri): Herkes kendi zannından bana yar ve dost oldu. Fakat benim derûnumdan (içimdeki) esrarımı (sırlarımı) aramadı.
Şerh (açıklaması): Ben insanlara nasîhat (öğüt) ettikçe “Biz bu nasîhatı anladık ve söyleyen ârife dost olduk.” diye bazı insanlar kaalen (sözle) ve fikren söylerler. Ama hakayık (hakikat ve gerçeklerimi) ve esrarımı (sırlarımı) aramadılar buyurulması; benim sözlerimde olan manâların hakikatini anlamak için fiilen çalışmadılar demektir.Esrar-ı derûnu (iç sırlarımı) anlayabilmek için aşk-ı Rabbanî (Rabbanî aşk) ve feyz-i Samedanî (Samedanî / ilâhî bir seziş kabiliyeti) muktazîdir (gerekir). Aşk-ı Rabbanîye (Rabbanî aşka) nail olmak (ulaşmak) için hılkaten (yaratılıştan) kalbi âlî (yüksek) yaratılmış (olmak lâzım). Ve bununla beraber dünyada meşru’ olan vezaif-i kesîre-i insaniyeyi (insanın birçok vazîfe ve görevlerini) a’la kadri’l-istitaa (elden geldiği kadar) icra etmiş (yerine getirmiş) olmak lâzımdır.

27
Alî (yüksek) hilkat(ı yaratılışı) olan kimse meselâ sadaka, namaz, oruç ve ahlâk-ı hamîde (güzel ahlâk) ile beraber, hangi sınıf ve san’at-ı meşruada (meşru san’atta) bulunur ise, o sınıf ve san’ata mahsus (ait) tedabiri (tedbirleri / önlemleri) ittihaz (eder, alır). Ve icra ile (uygulayarak) işine ikdam ve muvazebet eyler (daima çalışır).
Kendini yalnız ibadata (ibadet ve kulluk etmeye) hasr ile (vererek) sair (diğer) vezaifi (görevleri) terk ve nisyan eden (unutan) insan noksan(lık) etmiş (olur). Ve bilakis (aksine) daima iş göreyim zanniyle meşru’ olan ibâdâtı (ibadetleri) ihmal eden nâdân (bilgisiz kimse) istikbâlini (geleceğini) ibtal (geçersiz) ve perişan eylemiş olur.
Adem (insan); ruh ve bedenden terkîb (edilmiştir. Böyle) olunduğu cihetle iktiza eder (gerekir), ki hem saadet-i rûh için ahval-i ruhaniye, hem intizam-ı dünya (dünyanın düzeni) için umur-ı dünyeviye (dünya işleri) ile iştigal (edip uğraşsın). Ve o vech ile (o şekilde) saadet-i ebediyeyi (ebedî saadeti) kesb (edip kazansın). Ve istihsal etsin (hâsıl edip, elde etsin).

MESNEVÎ

Sırr-ı men ez nale-i men dûr nîst
Lîk çeşm u guşra an nûr nîst

Terceme (çeviri): Benim sırrım, benim feryadımdan uzak değildir. Fakat sırrımı anlayacak (s. 40) göz ve kulakda o nur yokdur.
(-Nitekim- Cafer-i Sadık -ne güzel der- : “Allah mahlûkatına kelâmında tecellî etmişdir. Lâkin onlarda kalb gözü olmadığından göremiyorlar.”)
Şerh (açıklaması): Ârif der: Benim sırrım ve hakikatim, ki bâis-i selâmet-i insaniyettir (İnsanlığın kurtuluşuna sebeptir). Ahvâl (hâllerim) ve nalemden (iniltimden) uzak olmayıp kelâmımın (sözümün) hakikatini (içyüzünü) anlayan bekâm (mutlu olur). Ve nail-i meram olur. (Meram ve isteğine kavuşur.)
Ama bazı insanların göz ve sem’inde (kulağında) nur-ı aşk (aşk nûru) veya nûr-ı zekâ (zekâ nûru) olmayınca (iş değişir). Bizzarure (ister istemez) hakikati (gerçeği) anlamaktan dûr (uzak) bulunur. Mamafih (bununla beraber) nûr-ı zekâ (zekâ nûru) ve envar-ı aşka (aşk nûrlarına) sâhip olmıyanlar bile (vardır. Bunlar) tarîk-ı istikamete (doğru yola) sâlik (girmiş) ve adl ve dâda (adâlete) mâlik (ve sâhip) iseler (durum değişir. Bu takdirde) merhamet-i Rabbaniyeye (Rabbin merhametine) nail (olup ulaşırlar). Ve gülşensaray-ı saadete (saadet ve mutluluğun gül bahçesi içindeki sarayına) vâsıl olur (ulaşır)lar.

MESNEVÎ

Ten zi-can ve can zi-ten mestûr nîst
Lîk kes-râ dîd-i can destûr nîst

Terceme (çeviri): Beden candan ve can bedenden gizli değildir. Lâkin (fakat) cânı görmeğe kimseye ruhsat (izin) yokdur.
Şerh (açıklaması): İnsanın bedeni zâhir (görünür) olduğu (açıktır. Bunun) gibi, âsâr-ı rûh (rûhun eserleri) olan akıl ve zekâ ve muhabbet (sevgi) ve nutuk (konuşma) ve safâ ve nice ve nice füyûzat-ı cihan-ârâda (cihanı / dünyayı süsleyen feyiz ve tecellî oluşlarda) bâhir (açık) ve sernümadır (kendisini gösterir). 

28
Fakat aynen rûhu görmek mümkin (ve olası) değildir. Zira (çünkü) rûh (can) gayr-i mer’î(dir. Gözle görülmez.) Cisim ve maddeden âri (sıyrılmış ve uzak) bir emr-i Rabbanîdir. (Rabbin emridir. Ol deyince olana akıl ermez. Zâtının / kendisine yol bulunmaz sırrıdır.)
Meselâ (örneğin) güneşi her gün görürüz. Vücudunda (varlığında) asla şüphemiz yoğise de (bir gerçek var:) Terkîbâtını (kendisini meydana getirenlerin mahiyet ve içyüzünü) ve içindeki keyfiyatını (durumlarını) bilmiyoruz. (Yâni maddî görünüşünü sağlayan faile / yapana, onu bu şekilde karşımıza çıkaran asıl faktöre akıl sır erdiremiyoruz.) Terkîbatını bilemediğimizden vücudunu inkâr edecek olsak, andan (ondan) büyük körlük olamaz.
Her kim ki güneşi tamamiyle görmek emel-i hâmı (ham emel ve hayali) ile çokca yüzüne bakar ise kör olur. Kezalik (bunun gibi) ruhun hakikatine de hayâlât-ı zihniye (zihnî hayaller) ile beray-ı fehm ve idrak (idrak, fehm ve anlamak için) inhimak eder (bu işin üstüne fazla düşer) ise (bakın ne olur:) Cismen a’ma (kör olur.) Ve zarîr (anadan doğma kör gibi olur.) Ve ma’nen hiyreser (sersem ve alık olur.) Ve mutazarrır (zarar görücü) olur.
(Bütün bunlar gösteriyor ki mahlûk / yaratılan Haalikı / Yaratanı ihata edemez / kuşatamaz. Bunu havsalası almaz. Allahdan olan ruh da böyledir. Ona da yol yoktur. Tıpkı elektriği çıplak telde iken göremediğimiz gibi. Ona dokunamadığımız gibi. Çünkü hemen çarpıyor. Buna fırsat vermiyor. Âdeta haddini aştın diyerek hayatımızla oynuyor. Demek ki mahiyet başka, varlığın kendisi daha başka bir şey. Madde, mânanın tecellî yeri. Fakat mekânı değil. O, orda değil. Ordan görünür. O değil fakat O’ndan. “Heme ost.” değil. “Heme ez ost.” Yâni herşey o değil. Lâkin herşey O’ndan. Kısaca demek lâzımsa:
“İdrâk-i maalî bu küçük akla gerekmez
Zira bu terazi o kadar sıkleti çekmez.”

Yâni bu yüksek fikirleri, bu küçük akıl idrâk edip algılayamaz. Çünkü bu akıl terazisi öyle ağırlıkları tartamaz. Tartmaya kalkıştığı takdirde, tartma kabiliyeti bozulur, ortadan kalkar. Fonksiyonunu yitirir.)
MESNEVÎ

Ateşest in bang-i nâyi nîst bad
Her ki în âteş nedared nîst bad

Terceme (çeviri): Bu nayın (neyin) sesi ateşdir. Rüzgâr (yel) değildir. Her kim bu ateşi tutmaz (s.41) ise, yani bu ateşe mâlik (ve sahip) değil ise yok olsun.
Şerh (açıklaması): Bu beyt-i şerîfin (şerefli beytin) mısra-ı sânisi (ikinci dizesi) üç vech (yön) ile şerh (ve izah) olunabilir: Biri, kâmil (olgun ve erişmiş) olan ârifin (Allahı hakkıyla bilen kişinin) kelâmı (sözü) ayn-ı âteş-i aşkdır. (Aşk ateşinin aynısıdır.) Heva (istek) ve hevesten mütehassıl (hâsıl olmuş, meydana gelmiş) mânasız (anlamsız) söz değildir. Her kim ki bu aşkı tutmaz ise hiç olsun. Zira (çünkü) insaniyete (insanlığa) lâyık (ve uygun) olan meratibi (mertebeleri) bulamıyacak, zindanî (zindan hükmündeki dünyaya ait ve ilişkin olacaktır.) Ve fâni (fenâ bulucu, yok olucu) ve denî (aşağılık bir durumda) kalacaktır. Öyle kalmaktan ise hiç olması evlâdır (daha iyidir).
Diğeri: Her kim ki bu ateşi, bu feyzi tutmaz (yani aşk ateşine yanmaz) ise kendini mücahede (büyük bir cehd ve gayret göstermek) ile ifna (kendini / nefsini yok) etsin. Ta ki vücûd-ı sûrîden (şeklî varlığından kurtulsun). Ve ağraz-ı nefsaniyeden (nefse ait maksat ve niyetlerden) halâs (olup kurtulsun. Ancak bunu) bulduktan sonra ateş-i aşk-ı ruhaniyi (ruhanî / ruha ait aşk ateşini) bulup bahtiyar (mes’ûd) ve kâmkâr (mutlu) olsun.
Vech-i sâlis (üçüncü vecih / yön): Her kim ki âteş-i aşkı (aşk ateşini) tutmaz ise o kimse sırf cisim
29
ve maddeden ibaret bir mahlûk olup rüzgâr (yel) gibi letafet-nüma (lâtif ve hoş) ve hayat-efza değildir. (Hayat verici, hayat arttırıcı mâna ve anlamdan yoksundur.)
MESNEVÎ
Ateş-i aşkest kender ney fütad
Cûşiş-i aşkest kender mey fütad

Terceme (çeviri): Ateş-i aşktır (aşk ateşidir) ki neye düşdü. Ateş-i aşkın (aşk ateşinin) kaynamasıdır ki şaraba düşdü.
Şerh (açıklaması): Birinci mısradaki (dizedeki) “ateş” aşk-ı ilâhîdir (ilâhî aşktır). “Naye (ney’e) düştü.” buyurulması, aşk-ı ilâhî (ilâhî aşk / Allah aşkı) ârifin kalbine düştü demektir.
İkinci mısradaki “mey ve şarab”dan maksad, ruh farz olunabilir. (Böyle sayılabilir) ise de aşk-ı mecazî (mecazî aşk / dolaylı aşk yani Allah aşkını başkasının üstünden gerçekleştirme hâli) olsa daha ziyade münasebet alır. Çünki aşk-ı mecazînin (mecazî / câiz olan aşkın) ahkâmı (hükümleri), şarabın te’sîratı (etkileri) gibi gayr-i bakîdir (kalıcı değildir).
Burası cay-ı dikkattir (dikkate değer bir husustur) ki naye, yani ârife aşkın ateşi, aşk-ı mecazîde (mecazî / caiz aşkta) ise yalnız aşkın kaynaması ve buharı düşdüğü ve aynı ateş düşmediği ima buyuruldu. Zira (çünkü) mürûr-ı zaman ile (zamanın geçmesiyle) aşk-ı mecazî (mecazî aşk) buhar gibi zail (ve yok) olur.
MESNEVÎ
Ney harif-i her ki ez yârî bürîd
Perdehayeş perdehay-ı ma dirîd (s.42)

Terceme (çeviri): Ney yar ve arkadaştır ol (o) kimseye ki yârından kesilüb ayrılmıştır. Neyin perdeleri perdelerimizi yırttı.
Şerh (açıklaması): Ârif olan zât (kişi) ol (o) insana dost ve musahibdir (arkadaştır), ki hasbe’l-kader (kader icabı) âlem-i ruhaniyetten (ruhanî âlemden) kat’ olunub (kesilip) dünyada garîbane (garip bir şekilde) gezer. Ve ahval-i fâniyeye (fâni / geçici hâllere) nazar-ı bî-kaydî (kayıtsız bir nazar, göz atış) ile nazar eyler (bakar). Arifin perdelerinden maksat, ahlâk-ı hamîde(si güzel ahlâk ve huylarıdır). Ve kelimat-ı aliyyesidir (yüksek ve değerli kelime ve sözleridir).
MESNEVÎ
Hemçû ney zehrî vü tiryaki ki dîd
Hemçû ney demsâz vü müştaki ki dîd

Terceme (çeviri): Ney gibi hem zehir, hem tiryak hassiyetlerine (kuvvetine) mâlik bir keyfiyet(i) kim gördü? Ney gibi muhibb arkadaşı (sevgili dostu) ve sahib-i iştiyakı (iştiyak ve şevk sahibini) kim gördü?
Şerh (açıklaması): Arif evsaf-ı Rabbaniye (Rabbani / Rabbe ait vasıf ve nitelikler) ile muttasıf (vasıflanmıştır. Böyle) olduğundan zâlim (zulmedici) olanlara zehir gibi şedîd (şiddetli) olur. Mamafih (bununla beraber) zâlimleri de tarîk-ı müstakime (doğru yola) îsâle (ulaşmaya) izn-i Hakk (Hakkın izni) ile muvaffak (başarılı) olabileceğinden maneviyatta büyük bir tiryak (manevî ilaç) ıtlak olunabilir (denilebilir). Hele ahlâkı (huyu) güzel olanlar için ârif daima tiryak (ilaç) ve daima zarîfdir (ince nüktelidir).
MESNEVÎ
Ney hadîs-i râh-ı pür-hûn mîküned
Kıssahây-ı aşk-ı mecnûn mîküned

30

Terceme (çeviri): Ney kan ile dolu olan yolun sözünü (nakleder). Mecnûnun aşk hikâyelerini beyan eder (açıklar).
Şerh (açıklaması): Kâmil (ermiş) ve ârif olan zât ciğer kaniyle dolmuş aşk ve muhabbet (sevgi)
yolunu (anlatır). Ve tarîk-i aşkda (aşk yolunda) müstağrak (ve gark) olan enbiyay-ı zîşan (şanlı
nebileri) ve evliyay-ı kiramın (velilerin) menakıbını (menkıbelerini / olağanüstü öykülerini) hikâye eder. Aşka dair olan ahvâli (hâlleri) nazmen (nazım yoluyla) veya nesren (düz yazıyla) müessirane (etkili bir şekilde), büyük adamların terceme-i hâllerini (özgeçmişlerini) belîgane (beliğ ve edebî bir tarzda) yazmakta veya söylemekte; insanlar için azîm (büyük) te’sîrat (te’sîr ve etkiler), fevaid (fayda ve yararlar) ve muhassenât (güzellikler ve hayırlar) vardır. (s.43)
MESNEVÎ
Mahrem-i în hûş cüz bîhûş nîst
Mer zebânrâ müşteri cüz gûş nîst

Terceme (çeviri): Bu akıl ve fikrin mahremi bîhûş (akılsız / aklı bir kenara bırakmış) olandan başka değildir. (Kalbi de hesaba katandır). Lisana (dile) müşteri (alıcı) ve tâlib (olup isteyen) kulaktan başka bir şey değildir.
Şerh (açıklaması): Arifden zuhûr eden (çıkan) kelimat-ı ma’kule (ma’kuul / akla uygun gelen kelime ve sözleri) ve efkâr (fikirleri) ve hâlât-ı âşıkaneyi (aşıkca hâlleri) cenab-ı vâcibü’l-vücûdun (varlığı zarurî / zorunlu olan Allahın) kemal-i sun’ ve kudret-i Rabbaniyesine (Rabbanî kudret ve san’atının mükemmelliğine) hayran olub bîhûş (kendinden geçmiş) olanlardan başka kim fehm ve iz’an edebilir (anlıyabilir)?
Lisanın (dilin) ifâdatını (ifadelerini) anlamak için istima’ (işitmeye) ve fehme (anlamaya) kabiliyeti olan sem’ (kulak) lâzımdır. Yoksa el ve ayakda her ne kadar iktidar (ve güç) farz olunsa (var kabul edilse bile) lisan (dil)den sudûr eden (dökülen) sözü; el ve ayak bittabi’ (tabii olarak / doğaldır ki) istima’ edemez (duyamaz).Binaenaleyh (bundan dolayı) ârifi anlayacak kimse iddia (ve sav) lardan vazgeçmiş (caymış) ve kendini sem’ (kulak) gibi istimaa (işitmeye) hasr etmiş (vermiş) olanlardır.
MESNEVÎ
Der gam-ı mâ rûzhâ bîgâh şüd
Rûz-ha ba sûz-hâ hemrah şüd

Terceme (çeviri): Gam ve kederlerimizde günler vakitsiz geçdi. Günler ateşlerle yoldaş oldu.
Şerh (açıklaması): İnsan, zindan-ı dünyada (dünya zindanında) gam ve kederlere giriftar (tutulmuş) ve bî-karar (kararsız) olur. Bu sebepten günleri vakitsiz ve yabancı gibi gözü önünden geçer. Ve şevk ve zevke bedel âlâm-ı mütenevvia (çeşitli elemler) his ile (hissederek) hemîşe (daima / her zaman) hasret çeker.
Gümûm ve ekdâr-ı dünyayı (dünyanın keder ve gamlarını) ve zamanı tecribe etmemiş (denememiş) ve dünya ve zamanın sademat-ı zalimanesine (zalimce sadmelerine / darbe ve sarsıntılarına) hedef olmamış ve Cenab-ı Hakka (Yüce Allah’a) rabt-ı kalb etmemiş (kalbini rabtetmemiş / bağlamamış) kimselere şedîd (şiddetli görünür).
Ama bir çok müşkilât (zorluklar) görmüş ve müddet-i hayatında (hayatı boyunca) bir çok fırtınalar geçirmiş ve merhamet-i Rabbaniyeye (Rabbin merhamet ve acımasına) istinaden (dayanarak) müstakîm (doğru) ve âdillerin (adâletli olanların) âkıbeti (sonları) selâmet (kurtuluş) ve saadet (mutluluk) olduğuna îtimad etmiş (güvenmiş) olanlar için umum (bütün) dünya te’sirsiz
(etkisiz) (s.44) ve fena-nümadır (sonu yokluğa çıkan bir yerdir).
31
Bazı insanlar vardır ki mükedder (kederli ve acılı) değil (tersine) kederlerden mütelezziz (lezzet alıcı) olur. Şair-i meşhur (ünlü şair / ozan) Fuzulî: “Severim ben belayı, çün (çünkü) sever belâ beni!” demiştir. (Nitekim Fuzulî’nin şu beyti meşhurdur:

“Aşk derdiyle hoşem el çek ilacımdan tabîb
Kılma derman kim helâkim zehr-i dermanındadır.”

Yani ben aşkın verdiği dertten hoşnudum. Bana ilaç vermekten vazgeç ey doktor! Bana derman kılma! Beni iyileştirme! Benim asıl mahvım; vereceğin zehir hükmünde olan ilaçla gerçekleşir!
Yine bu hususta: “Derdime derman aradım. Derdim bana derman imiş!” denilmiştir.
Hz. Ebu bekir hastalanınca “Doktora git!” demişler. “Zaten beni doktor hasta etti!” demiştir. Yani Allah’a işaret etmiştir.
Bu konuda ecdat: “Lûtfun da hoş kahrın da! Biz, bize senden gelene razıyız!” demişlerdir.
İmam-ı Rabbanî de diyor ki: “Celali ve Cemali gözünde bir tutmayan insan mıdır?”
Demek istiyor ki, Allahın insanı sınamak ve denemek için başına musallat ettiği / saldığı belâ ve musibetlerle, acaba şükredecek mi diye başından yağdırdığı nimetleri yani celâl ve cemâl tecellîsini, insan, gözünde bir tutmalı.)
MESNEVÎ
Rûzha ger reft gu rev ban nîst
Tû biman ey ân ki çün tû pâk nîst

Terceme (çeviri): Günler gittiyse söyle, gidiniz. Korku yokdur. Sen kal, ey ol (o) zât (kişi), ki senin gibi pâk yokdur.
Şerh (açıklaması): Evvelki (önceki) beyt-i şerifde (şerefli beyitte) eyyam-ı keder (kederli / acılı günler) ateşlerle beraber olarak gitti, diye bazı insanlar lisanından (dilinden) bir nevi (bir çeşit) teessüfle (esef ederek / üzüntülü bir şekilde) beyan buyuruldu (açıklandı) idi.
O teessüf (üzüntü) üzerine cenab-ı vacibü’l- vücûdun (varlığı olmazsa olmaz zâtın / Allahın ) merhamet ve muhabbeti (sevgisi) hatıra (akla) getirilince kederlere ve eyyamın (günlerin) mürûruna (geçmesine) asla ehemmiyet (ve önem) vermeyip şadan (sevinçli) ve handan (gülücü) olarak nasîhat-pezîr (öğüt alıcı) olan müstaidîne (istidatlı ve kabiliyetli olanlara) tebşîren (müjde vererek) buyururlar, ki eğer eyyamımız (günlerimiz) kederler ile mürûr ettiyse (geçtiyse) asla cay-ı havf ve ıztırab değildir. (Bunda korkacak bir taraf ve ıztırap yoktur.) Zira dünya kederleri de eyyam (günler) ve leyali (geceler) gibi câri (geçici) ve gayr-i bakîdir (kalıcı değildir.)
Beyt-i şerîfin (şerefli beytin) mısra-ı sânisinde (ikinci dizesinde) yekden cenab-ı erhamerrahimîne (merhametlilerin en merhametlisine yani Allah’a) rücû’ ile dönerek: İlâhî! Eyyamımız (günlerimiz) velev (ister) gam ve kederlerle beraber geçsin. Pâk ve kaadir-i mutlak (sonsuz güç sahibi) bir Mevlamız var iken havf ve bâkimiz (korkumuz) ne için olsun? Demeleri kemal-i aşk (tam bir aşk) ile ma’şuka (âşık olunana) hitab eder (seslenir) gibi ârifane (ârifçe) ve vehleten (birdenbire) hiss ettiği bir hâl-i âşıkaneye (âşıkca hâle) mebnidir (dayanır).
Bir de, “sen kal” ta’bîri, “senin merhamet ve aşkın kalsın” demektir. “Der gam-ı ma” ve andan (ondan) sonraki “Rûzha ger reft” ibaratiyle (ibareleriyle) bed’ eden (başlıyan) bu iki beyt-i şerîfi (şerefli beyti) âcizleri, her ne vakit mütalâa ve hakikatlerini teemmül ve mülâhaza eder (etraflıca düşünür taşınır) isem; kalben pek ziyade müsterih (ve rahat) olurum. Mânaları ve hakikatleri düşünülüp ezber ederek okumalarını, mesnevî-i şerîfi mütalâa edenlere (tetkik edip inceleyenlere) de tavsiye ederim.
32

MESNEVÎ
Her ki cüz mâhi zi âbeş sîr şüd
Her ki bî rûzist rûzeş dîr şüd (s. 45)

Terceme (çeviri): Her kim ki balıkdan gayridir. (Balık değildir.) Sudan kandı. Her kim ki rızıksız ve nasibsizdir, ânın (onun) günü geç ve uzun oldu.
Şerh (açıklaması): “Balık hilkatinde (yaratılışında) olmayan az su ile kandı.” Buyurmaları isti’dâd-ı ruhanisi (ruhanî isti’dadı) olmayıp esrar ve hakayık-ı mâneviyeye (mânevî hakikatlere) cüz’î (azıcık) suretde kesb-i ıttıla’ (bilgi edinen) ve ânınla (onunla) iktifa iden (yetinen) akl-ı vasat (vasat / orta akıl) ashâbını (sahiplerini) imadır (işaret eder).
Fakat bir balık gece gündüz su içinde bulunmazsa, dayanamadığı gibi, ruhaniyete külliyyen (her yönüyle) kabiliyeti olan evliyaullah hazeratı (Allah’ın veli kulları) daima esrar (sırlara) ve hâlât-ı
ruhaniyeye (ruhanî hâllere) mazhar olmayınca (kavuşmayınca) muztarr (çaresiz) ve bî-karar (kararsız) olurlar. Her kimin rızkı yoğise eyyamı (günleri) ıztırâbât-ı bedeniye (bedensel ıztırablar) ve şübehat-ı zihniyeden (zihinsel şüphe ve kuruntulardan) dolayı mükedderen (keder ve üzüntülü olarak) uzun görünür.
Zira (çünkü) meserret (ve sevinç) evkatı (vakitleri) his olunmaksızın geçer iken eyyam-ı keder ve cefa (keder / üzüntü ve cefa günleri) gâyet (son derece) uzun ve elem-efza (acı ve elemi arttırıcı) görünür. Müstağrak-ı gümûm (gamlara gömülmüş) olmamak isteyenlerin izn-i Hak (Allah’ın izni) ile çarelerine dair bu şerhin (açıklamanın) bir çok yerinde tafsilât verildiği gibi, bu mahalde (yerde) de münasib (uygun) bâzı kelimât (kelimeler) derc ve îrad olunur (konur ve sunulur). Şöyle ki:
İnsana lâyık olan ahvâl (hâller); evvelâ, Cenab-ı Hakka (Allah’a) kemâliyle (tam olarak) iman idüb, meşrû’ olan sadaka, namaz, savm (oruç) ve bu gibi feraizi (farzları) eda etmeli. Ve dünyada ister ise meserret (sevinç), ister ise küdûret (keder) gelse; cümlesi (hepsi) mürûr (eder, geçer bilmeli). Ve fakat âdiller (herşeyi yerli yerinde görenler) için, her hâl (ve durumu) mübeddel (değişir bilmeli). Sürûr (sevinç) ve ahvâl-i âlem (dünya hâlleri) nehir suyu gibi durmayıp daima cereyan (eder bilmeli). Ve ubûr etmekte (geçmekte) olduğunu bilmeli.
Saniyen (ikinci olarak) mevt (ölüm)den evvel (önce) zevali (yokluğu) mümkin (ve olası) olamıyan ahvâl-i hüzn-engîzin (hüzünlü hâllerin) bile bir insanda vuku’u olması farz olunsa o ahvâl ve hissiyat-ı elîmenin (hâllerin ve elîm / acıklı his ve duyguların) da mürûr-ı zaman ile (zamanın geçmesiyle) zâil (geçmiş) olacağını kaviyyen (kuvvetlice) derk etmeli (idrak edip, anlamalı). Bu fikir üzerine kelâmı (sözü) biraz tafsîl edelim (açıklayalım):
Meselâ bir adamın hastalığı sebebiyle hasbe’l-lüzum (lüzûm üzerine) etıbba (doktorlar) tarafından eli kesilmiş (olsun). Ve bu noksan(lık) intihay-ı ömrüne (ömrünün sonuna) kadar bedeninde bâkî (kalıcı olsun). Ve nümayan (görünür) olmuş (olsun. Böyle) iken amel-i kat’ın (kesilme işinin) evcâ ve âlâmı (acı ve elemleri) baki kalmayıp (sona ermiş olsun. Böylece kesilen elin) sahibi bir müddet (bir süre) müteellim (acı ve elemlerle kıvranmış olsun). Ve (bu durumdan ötürü) mükedder (kederli olsun. İnsan ancak bu durumlar) olduktan sonra tedrîcen (yavaş yavaş) elin noksanına alışır. Ve mürûr-ı zaman ile (zamanın geçmesiyle) kederi belki (de) bütün bütün zail (ve yok olmuş) olur.
Bu hakikat-ı mücerreb (tecrübe edilmiş / sınanmış gerçek) ve mürûr-ı zaman (zamanın geçmesi) ile kederin te’sîratı (etkileri) zail (ve yok) olacağı müsellem bulunduğu (herkesce kabul edilen bir gerçektir. O) hâlde kederin hîn-i zuhurunda (ortaya çıktığı zaman, onu) asla (fazla önemsememeli). Veya icabından (gereğinden) ziyade (çok) ehemmiyet (ve önem) verilmeyip (aldırış edilmemeli. Nitekim) insan (bu vaziyette) kendini mütelâşi (telaşlı) ve perîşan (zihinsel bir dağınıklık içinde) kılmasa, daha hayırlı değil midir?
33
Denebilir ki gam ve keder etmek (üzülmek) zarurîdir. Biz bu sözü kabul edemeyiz. Zira (çünkü) kederin bilfarz (farz edelim / sayalım ki) yüzde onu zarurî ise doksanı adem-i mülâhaza (düşüncesizlikten) ve su-i âdâtdan (kötü âdetlerden) neş’et eder (çıkar) bir emr-i ihtiyarîdir (ihtiyârî / isteyerek yaptığımız bir iştir).
Çok çolaklar bulunabilir ki sağlam olanlardan daha mesrûr (sevinçlidir). Daha şâdân (mutludur). Daha bahtiyar (mes’uddur). Ve handan (gülücü) olur.
İnsan var ki çürümüş dişini çekdirmek için (s. 46) haftalarca kendini gark-ı havf ve telâş eder (telâş ve korku içinde kalır. Böyle) iken bir merd ve kahraman(ın) ayağı kesilecek olsa tebessüm eder (gülümser). Şu hâlde râhat ve selâmetin kısm-ı a’zamı (en büyük kısmı), her ferdin (bireyin) kendi gayret ve cesaretine menût (bağlı) olduğunu kaviyyen (kuvvetli bir şekilde) taakkul eylemeli (akıl
etmelidir).

İnsan her hangi (bir) işde ve san’atda bulunur ise kemal-i istikamet (tam bir doğruluk içinde kalmalı). Ve (kemal-i ) ikdam ile (çok çalışarak) vazifesini (görevini) icra etmeli (yerine getirmelidir). Ve sa’y ve ikdam (çalışmak) akıl ve bedene kuvvet i’ta (vereceğini bilmelidir.) Ve ahlâkını tehzîb (güzelleştirip) ve i’lâ edeceğini (yükselteceğini), şüphesiz (kuşkusuz) bilip ana (ona) göre davranmalı.
İşte ta’dad edilen (sayılan) mülâhazât (düşünceler) ile me’lûf olmak isteyenler (ülfet edip, bunları benimseyenler), ekser evkatta (çok zaman) izn-i Hakk (Hakkın / Allahın izni) ile mesrûr (sevinçli) ve memnûn olurlar.
İlm-i Mantıkın (Mantık ilminin) müellifi (yazarı) ve belki mûcidi (icad edeni / ortaya koyanı) ve pek çok ulûmda (ilimlerde) mahareti (ustalığı / hüneri) meşhur olan (bilinen) Yunanî (Yunanlı) feylesof (filozof) “Aristo” her nevi (her çeşit) saadeti (mutluluğun kaynağını) hareket (ve devinime) ve sa’y (çalışma) ve ikdama (büyük çaba ve gayret göstermeye) hasr eder (verir) idi. (Sadece onlardan bilirdi).
MESNEVÎ
Der neyabed hâl-i puhte hiç hâm
Pes sühen kûtah bâyed ve’s-selâm

Terceme (çeviri): Pişmiş yani tecribe-dîde (tecrübeli / deney sahibi) olmuş olanların ahvâlini (hâllerini) ham ve acemi olan kimse anlayamaz. İmdi (şimdi) sözün kısa olması lâzım gelir vesselâm.
Şerh (açıklaması): Ham olanlar ne bir merd-i mânevîyi (mânevî hâl sâhibi olanları) ve ne (de) ahvâl-i hakikiyeyi (hakîki hâlleri) anlayıp muttali’ olamaz (onlara akıl sır erdiremez).
Vâkıf-ı hakayık (hakikatlara vakıf) olmak isteyenler; âlimin kerem ve serdinden (bir bakıma sıcak ve soğuk yaklaşış hâllerinden) kaçınmasınlar. Ve kesb-i terakkî (mânen ilerlemek) için mânen ve maddeten çalışsınlar.
Tafsilâtı (geniş açıklaması) mukaddeme (önsöz)de beyan edildiği vecih ile (izah edildiği üzere) Hazret-i Hüsameddin Çelebî’nin daima hatır-ı şeriflerine (şerefli akıllarına) gelir idi ki, bahr-i akl ve irfan (akıl ve irfan denizi) olan Mevlanay-ı Rumî -kuddise sırruhu’s-sami hazretleri (yüce sırrı kutsansın)- kaşki (keşke) bir kitap te’lîfiyle (yazmakla) hakayık-ı ruhaniyeyi (ruhanî hakîkatleri) müstaidîne (istîdat ve kabiliyet sahiplerine) ima (ve işaret etsin). Ve kulûb-ı tâlibîni (Hakka tâlip olanların kalblerini) ihya buyursun (mânen diriltsin).
O sırada Mevlânây-ı müşarünileyh (kendisine işaret edilen Mevlana) şimdiye kadar mürûr iden (geçen) bir kaç ebyat-ı şerîfeyi (şerefli beyitleri) iş’âr buyurmuş (yazmış) olduklarından:
“Ey Hüsameddin Çelebî! Bu ebyatı (beyitleri) yazdım. Mütâlâa et (oku)!” buyurması üzerine Hz. Hüsameddin Çelebi, kemâl-i feyz ve lezzet (tam bir feyiz / bereketlenme ve manevî tad) ile mütalâa
34
(etti ve okudu). Ve Mesnevî-i Şerîfin (Şerefli Mesnevî’nin) itmamını (tamamlanmasını) istirham etti
(O’ndan istedi). Ânın (onun) üzerine Cenab-ı Mevlana, şimdiye kadar misli (benzeri) görülmemiş böyle bir kitab-ı müstetab (seçkin ve güzel kitap) ile cihan-ı insaniyeti (insanlık dünyasını) ihya buyurmuştur (mânen diriltmiştir). (s. 47)
(Terceme ve Şerh-i Mesnevî-i Şerîf, Cilt: 1, Abidin Paşa, İstanbul-1324 s. 1-47)

BİTTİ

banner983
Misafir Avatar
İsminiz
Yorum Gönder
Kalan Karakter:
Yorumunuz onaylanmak üzere yöneticiye iletilmiştir.×

banner376

banner375

banner377

banner981