Bildiğiniz gibi Resmi Gazete’de yayımlanan genelge ile Mevlâna’nın 750. Vuslat Yıldönümü olan 2023, “Mevlâna Yılı” olarak ilan edildi. Yönetim kurulu üyesi olduğum Avrasya Gazeteciler Derneği olarak biz de İçişleri Bakanlığı Sivil Toplumla İlişkiler Genel Müdürlüğü PRODES desteğiyle “Horasan’dan Anadolu’ya Sevgi ve Kardeşliğin Dili: MEVLÂNA” belgeselinin çalışmalarına başladık. Bu kapsamda eşim Saliha ile birlikte Gebze’den yola çıktık. Yüksek Hızlı Tren ile 4 saatlik bir yolculuğun sonunda Mevlâna’nın gönül başkenti Konya’ya geldik ve belgesel çekimleri gerçekleştirdik.
Yazı ve Fotoğraflar: UĞUR TATAR
Mevlâna’nın “Şeb-i Arus” yani “Düğün Gecesi” olarak nitelendirdiği vefatıyla ilgili anma törenlerinin en görkemli şekilde yapıldığı Konya’da 87. Uluslararası Anma Törenleri, 07-17 Aralık 2023 tarihleri arasında gerçekleşti; birçok sergi, panel, konferans, konser ve etkinlik düzenlendi.
Belh’ten Konya’ya Kutlu Yolculuk
Mevlâna’nın dünyaya geldiği Afganistan’ın Belh kentindeki ev, aradan geçen yaklaşık 900 yıllık bir zamana, Moğolların korkunç istilasına ve iç savaşın yıkımına rağmen hala ayakta olsa da restore edileceği günü özlemle bekliyor.
İslam mimarisine uygun olarak, çiğ tuğladan yüksek tonozlu olarak yapılan bu ev, 1207 yılında Mevlana’nın doğumu ile şenlenmişti. Moğol istilası kapıya dayandığında ve Harzemşahlarla aralarındaki anlaşmazlık arttığında “Sultanü'l-Ulemâ” yani “Âlimler Sultanı” olarak anılan Bahâeddin Veled, ailesini de yanına alarak kendine yeni bir yurt bulma umuduyla 1213 yılında yola çıkmıştı ve yol onu Konya’ya götürmüştü. Afganistan’da Mezar-ı Şerif’ten Belh’e giden yola da bu sebeple “'Konya Yolu” denildiğini hatırlatalım.
Selçuklu’nun Payitahtından Mevlâna’nın Gönül Başkentine: KONYA
Konya denince akla tek bir şey gelir: Mevlâna! Ama Mevlâna denince akla birçok şey gelir.
Hayatı boyunca hakikati aramış bu gönül sultanı, hakikati arayanlara da sonsuz ışığıyla yol göstermiştir.
Yollarda geçmiştir onun ömrü. Beş yaşındayken Horasan’ın başkenti, Kubbet-ül İslam olarak bilinen Belh’ten başlamıştır yolculuğa… Bağdat, Mekke, Şam… Kadim şehirleri geçe geçe Anadolu topraklarına gelmiştir. Küçük bir çocuk için uzun ve meşakkatli ama iç dünyasını şekillendirecek manevi tatlarla bezeli bu yolculuğun son durağı Konya olmuştur.
Ama Konya’nın bereketli topraklarında kök salan Mevlâna’nın yolculuğu henüz bitmemiştir. Bu kez küçükken çıktığı yolculuktan daha da zor bir yolculuk onu beklemektedir. İnsanın mana alemine yaptığı bu çetrefilli yolculuk; kendini, hakikati ve nihayetinde Hakk’ı bulmakla neticelenecektir.
“Bizim Peygamberimizin yolu, aşk yoludur” diye boşuna dememiştir Mevlâna. “Aşk Yolu”na baş koyanlar, aradan 750 sene de geçse unutulmazlar!
Türkiye’nin yüzölçümü bakımından en büyük şehri olan Konya’yı birkaç günde gezmek elbette mümkün değil. Üstelik adım başı tarihi bir esere, adım başı kültürel bir mirasa denk geldiğiniz bu kadim kenti öyle tek bir yazı ile anlatmak da olacak mesele değil. Bu yüzden Konya’da geçireceğimiz bu kısa zamanda, yıllar yıllar önce Konya’ya gelen Mevlevilerin ziyaret güzergahını izleyerek, “Kabrimizi yerde aramayın, bizim kabrimiz ariflerin gönülleridir” diyen Mevlâna’nın sözünü unutmadan, onu anmaya ve daha iyi anlamaya çalışacağız.
Peki, Konya’ya gelen Mevlevilerbu kadim topraklara ayak bastıklarında hangi güzergahı izlerdi? Anlatılanlara göre Mevleviler, Mevlâna’yı ziyaret etmeden önce ilk olarak “Merac'el-Bahreyn” denilen yeri, daha sonra da Şems-i Tebrîzî’nin türbesini ziyaret ederlermiş. Yüzyıllar sonra biz de aynı yolu izleyerek Konya’da kısa ama manevi anlamda doyurucu bir yolculuk yapacağız.
İki Denizin Kavuştuğu Yer: MERAC’EL-BAHREYN
Bugün Konya’da, Alaaddin Tepesi ile Mevlâna Müzesi arasındaki yolun başlangıç noktasında bir anıt bulunuyor. Çoğu insanın farkına bile varmadan geçtiği bu anıtın Mevlâna’nın hayatında çok önemli bir yeri var.
30 Kasım 1244’te Mevlâna ve Şems’in ilk kez buluştukları bu yer, daha sonra Mevlevi’ler tarafından işaretlenerek Kur'an-ı Kerim’in Rahman Suresi’nin 19. ayetinden yola çıkarak “Merac’el-Bahreyn” yani “iki denizin buluşması” adıyla anılmıştır. Bu işaretli alana akşamları kandil gönderme geleneği, Cumhuriyet’in ilanıyla tekke ve zaviyelerin kapatılmasına kadar aksatılmadan devam etmiştir. Ama daha sonradan kandil gönderme geleneği son bulduğu gibi işaretli alan da kaldırılmıştır.
İlk kez 1953 yılında buraya bir anıt dikilmek için uğraşılmış ama ödenek yetersizliği yüzünden bu düşünce gerçekleştirilememiştir. 1980’li yıllarda bu geleneği hatırlatmak maksadıyla “Merac’el-Bahreyn” olarak düşünülen noktaya ufak bir kandil anıtı yerleştirilmiştir. 2015 yılında insan boyunda dev bir kandil anıtı, eski anıtın yerini almış ama daha sonra bu anıt da kaldırılarak 2017 yılında Ghanbarzad Khajeh tarafından yapılmış soyut bir heykel yerleştirilmiştir.
Bugün “Merac’el-Bahreyn” noktasına gittiğiniz de işte sizi bu heykel karşılayacaktır. Sizi derin düşüncelere sevk eden bu stilize alev heykeli, Mevlâna ve Şems’in maddi alemde gerçekleşen basit karşılaşmalarının mana aleminde nasıl büyük bir etki yarattığını göstermesi bakımından oldukça farklı bir deneyim yaşatıyor.
İslamın Batmayan Güneşi: ŞEMS-İ TEBRÎZÎ CAMİİ ve TÜRBESİ
Mevlâna’yı ilim ve hikmet ışığı yayan, sevgi ve kardeşlik kokusuna sahip bir mum olarak düşünürsek, bu mumu yakan da hiç şüphesiz onun manevi yolculuğundaki en önemli yoldaşı Şems-i Tebrîzî’dir. Tıpkı Mevlâna gibi hakikati aramaya adanmış bir ömürdür onunkisi. Öyle ki ilim için diyar diyar gezmesinden ötürü “Şemseddin-i Perende”, yani “Uçan Şemseddin” lakabıyla tanınmıştır.
Ölümü şüphelerle doludur. Bir gün, tıpkı Konya’ya geldiği gibi ansızın ortadan kaybolmuştur. Bu yüzden mezarı tam olarak nerede, bilinmemektedir. Ama İslam alemi için o kadar önemli bir şahsiyettir ki tıpkı Yunus Emre’de olduğu gibi birçok türbe Şems’e izafe edilir. Niğde’de, İran’ın Hoy ve Tebriz şehirlerinde de türbesi bulunan Şems’in bir türbesi de Konya’da bulunur.
“Merac'el-Bahreyn”den sonraki durağımız, “Şems-i Tebrîzî Camii ve Türbesi” olacak. Mesafe kısa olsa da yollar biraz karışık. Ama kafam rahat. Yol konusunu, gideceğimiz lokasyonları bulmak konusunda özel bir yeteneği olan eşim Saliha’ya bırakıp ben ilk kez geldiğim Konya’nın caddelerini ve sokaklarını keşfetmekle meşgulüm. Hayatımda görmediğim kadar kümbeti bu kadar kısa zamanda görmüş olmanın şaşkınlığını henüz üzerimden atmışken Şems’in türbesinin bulunduğu noktaya varıyoruz.
Klasik Selçuklu kümbeti tipinde olan türbenin kitabesi bulunmadığı için kimin, ne zaman yaptırdığı belli değil. Mevlâna’nın “Gökkubbeden daha iyi türbe olur mu?” sözünü anımsatırcasına küçük ve mütevazi bir türbe burası.
Geçmişte Mevleviler için oldukça önemli olan bu türbenin bugün de öneminden hiçbir şey kaybetmediğini kalabalıktan anlıyoruz.
Şems’in türbesi caminin içinde yer alıyor. Küçük olmasına rağmen insanı etkileyen bir atmosferi ve estetik anlamda etkileyici bir iç tasarımı olan camiiyi inceleyip dua eden onca insanın arasından geçip türbenin önüne geliyorum. İlk dikkatimi çeken şey sandukanın başına yerleştirilmiş olan serpuş oluyor. Orijinali Mevlana Müzesi’nde sergilenen bu serpuş, Şems ile özdeşleşmiş gösterişli bir parça. Sandukayı ve sandukanın bulunduğu makamı incelerken kendimi oldukça huzurlu hissediyorum. Ama bir anda Şems’in hazin sonu aklıma geliyor, hüzünleniyorum. Zamanında anlaşılmayan ve kabullenilmeyen bu kıymetli mutasavvıfın şimdi gördüğü saygı beni oldukça şaşırtıyor. Çekimlerimi tamamladıktan sonra Şems’in ruhuna Fatiha okuyup camiden çıkıyorum.
Sevgi ve Kardeşliğin Buluşma Noktası: MEVLÂNA MÜZESİ
Sıradaki durağımız, Sultan Alâeddin Keykubad’ın Bahaeddin Veled’e hediye ettiği gül bahçesinin üzerine inşa edilmiş olan ve bugün müze olarak kullanılan Mevlâna’nın türbesi olacak. Ama öncesinde biraz dinlenip yemek yemeye karar veriyoruz. Ben uzun zamandır merak ettiğim etli ekmeğin tadına bakarken eşim de yağ somunu istiyor. Konya’nın meşhur olduğu kadar lezzetli de olan yiyeceklerinin damağımızda bıraktığı tatları, hemen akabinde yediğimiz yöresel bir tatlı olan sac arası ile perçinliyoruz. Artık gezimize kaldığımız yerden devam edebiliriz.
İtiraf etmeliyim ki Konya’ya ayak bastığımdan beri gözlerim sanki eski bir dostu arar gibi “Kubbe-i Hadra”yı, yani “Yeşil Kubbe”yi arıyor. Bu yüzden onu karşımda gördüğüm ilk anda içimi tarif edilmez bir mutluluk kaplıyor.
Bu sembol eser, Mevlâna’nın vefatından bir yıl sonra, Alâmeddin Kayser ile Emir Süleyman Pervâne’nin karısı Gürcü Hâtun tarafından Tebrizli Mimar Bedreddin’e yaptırılmış.
Mevlâna’nın türbesine doğru yürürken Sultan Selim Camii’nin yanından geçiyoruz. Belki de Aziziye Camii’nden sonra şehirdeki en etkileyici mimariye sahip olan bu camiyi pürdikkat incelerken buluyorum kendimi. Zira 16. yüzyılın ortalarında inşa edilen bu cami, minimal görünüşünde insanı cezbeden bir güzellik saklıyor.
Camiiyi geçip müzenin duvarlarını takip ediyoruz ve işte nihayet karşımızda! Çin’den İran’a birçok farklı ülkeden gelen turist grubu ile birlikte giriyoruz müzenin bahçesine. Bu manzara, aradan geçen onca seneye rağmen Mevlâna’nın bu dünyaya ektiği tohumun köklerinin ne kadar sağlam olduğunu ispatlıyor. Gerçekten de kim olursa olsun, onu ziyarete geliyor.
1926 yılında Konya Asâr-ı Atîka Müzesi olarak hizmet veren bu yapı, 1954 yılında yeniden düzenlenerek bugünkü halini almış ve Mevlâna Müzesi adıyla yeniden ziyarete açılmıştır.
Müzeden içeri girdiğimizde insanlar akıp gitse de zaman duruyor sanki. İnsanı sarıp sarmalayan bu uhrevi atmosferin sebebi, belki de bu küçük müzeye sığdırılan eşsiz tarihi eserlerin ve 60’ın üzerinde ulvi şahsiyetin sandukasının bizi karşılamasından ötürüdür, kim bilir.
Sağ tarafımızda sandukalar, sol tarafımızda hat, levha ve envai çeşit tarihi eserler, geçmişin şanlı koridorunda ilerleyip Mevlâna’nın sandukasının önüne geliyoruz. Hiç kuşku yok ki müzenin en görkemli kısmı ona ait. Herkes bu büyük alimin önünde ya saygıyla eğiliyor ya da dua ediyor. Onun türbesinde kollarını göğe doğru kaldırmış Allah’a yakaran birini de bulabilirsiniz, bir köşeye oturmuş meditasyon yapanı da…
Mevlâna’nın hayatındaki önemli insanları bir arada görmek insanı değişik duygulara gark ederken derin düşüncelere dalmasına sebep oluyor. Mevlâna’nın yanında oğlu Sultan Veled, biraz ötesinde babası Bahaeddin Veled, ön tarafında Şems’ten sonraki en büyük dostu Selahaddin Zerkûbî ve Mesnevi’nin yazılmasında en büyük pay sahibi Hüsameddin Çelebi… Sanki Mevlâna bir Güneş gibi doğmuş da onlar da onun etrafında gezegenler gibi dönüyorlar. Hepsini rahmetle andıktan sonra Fatiha okuyup müzedeki diğer eserleri inceliyorum.
Yüzlerce yıllık el yazması Mesnevi ve Kur’an-ı Kerim nüshalarını büyük bir huşu ile incelerken belki de müzenin en ilgi çeken eserlerine gözüm takılıyor: Mevlâna’nın kıyafetleri! iki yıl süren restorasyon çalışmasının ardından 750. Vuslat Yılı anısına açılan “Hazret-i Mevlâna’nın Kıyafetleri Sergisi”, sadece Mevlâna hakkında değil Mevlevilik tarihi hakkında da sessiz bir tanık olarak çok önemli şeyler söylüyor.
Bu küçük müzenin, Mevlâna’nın vefatından sonra bile insanlara yol gösterdiğini kanıtlayan atmosferi tüm ziyaretçilerini derinden etkiliyor. Her bir eseri incelemek için sıra beklemenin gerektiği müzede, sanki Mevlevilikte çok önemli yeri olan “sabır” mefhumu sürekli bize hatırlatılıyor.
Müzeyi gezip çekimlerimizi tamamladıktan sonra dışarı çıkıyoruz. Müzenin avlusu da içeriden farklı değil, her yeri kaplayan insan denizi bir oyana bir bu yana gidip geliyor. Ama sabırla beklersek sıranın bize geleceğini iyi biliyoruz. Sabreden derviş, muradına erermiş diye boşuna dememişler…
Derviş hücrelerini ve dergahın mutfağı olan Matbah-ı Şerif’i gezerken hem dervişlerin hayatı hakkında fikir sahibi oluyor hem de Mevlevilik ile ilgili kıymetli tarihi eserleri inceleme fırsatı buluyoruz.
Nereye baksak göz ve gönül okşayan bir manzara bizi bekliyor ama her şey güzelliklerinin ötesinde derin anlamlar barındırıyor.
Etrafı gezmek ve görmek için anlamsız bir koşuşturmaca içine girdiğimizi fark ediyoruz. Derin bir nefes alıp sakin bir şekilde müzeyi gezmeye devam ederken, Mevlâna’yı ve onun yolunda yürüyen dervişleri anlamak için çaba gösteriyoruz.
Şehitlerimize Kusursuz Bir Saygı Duruşu: İSTİKLAL HARBİ ŞEHİTLER ABİDESİ
Manevi anlamda doymuş olarak müzeden çıkarken kapıda bize ikram edilen Mevlâna şekerini keyifle yiyoruz. Artık gezimizin son durağı için yola çıkmaya hem ruhen hem de bedenen hazırız.
Semâ ya da diğer adıyla Âyin-i Şerif programı için biletler günler öncesinden tükenmiş olsa da ısrarlı uğraşlarım sonucunda bilet bulmanın verdiği rahatlıkla Mevlâna Kültür Merkezi’ne doğru yola koyuluyoruz.
Eşim Saliha, Mevlâna Müzesi’nden çıktıktan sonra Aslanlı Kışla Caddesi boyunca dümdüz ilerleyerek ulaşacağımız Mevlâna Kültür Merkezi’ne gelmeden iki müzenin önünden geçeceğimizi söylüyor. Semâ programına kadar kısıtlı vaktimiz olmasına rağmen bu kadar yakınlarındayken bu müzeleri görmemiz gerektiği konusunda ikimiz de hemfikiriz.
Ufukta ilk olarak İstiklal Harbi Şehitliği ve Müzesi gözüküyor. 16 Eski Türk devletinin bayrağının ve 16 Türkiye Cumhuriyeti bayrağının olduğu Bayraklı Yol’u ve İstiklal Harbi Şehitler Abidesi’ni geçtikten sonra müzeye ulaşıyoruz. Selçuklu mimarisi tarzında yapılmış olan karşılama kubbesi, hemen ardından Özbek uzmanların elinden çıkan etkileyici süslemelerle bezeli giriş avlusu, ahşap ve taş işçiliği konusunda hayranlık uyandıran şehitlerimizin isimlerinin yer aldığı şehitlik avlusu ve en sonunda Kurtuluş Savaşı sırasında Konya’yı maket ve figürlerle görselleştiren müze bölümü… İstiklal Harbi Şehitliği ve Müzesi’nin klasik ile moderni harmanlayan mimari tasarımı karşısında hayranlığımızı gizleyemiyoruz.
13. Yüzyıl Konya’sında Heyecan Verici Bir Gezinti: KONYA PANORAMA MÜZESİ
İstiklal Harbi Şehitliği ve Müzesi’nden çıkıp kısa bir yürüyüşten sonra Konya Panorama Müzesi’ne geliyoruz. Bünyesinde barındırdığı eserler göz önüne alındığında çok cüzi bir ücret karşılığında müzeden içeri giriyoruz.
Müzenin kapalı avlu kısmında 750. Vuslat Yılı anısına açılan “Resim ve Rahle Sergisi” dışında Mevlâna ve Mevlevilik ile ilgili fotoğraf ve keçe eser sergilerini geziyoruz. Açık avluya çıktığımızda ise Anadolu ve Dünya Mevlevihane’lerinden 19 tanesinin üç boyutlu maketleri karşılıyor bizi. Birbirine neredeyse hiç benzemeyen bu Mevlevihane’lerin arasında dolaşırken buradaki yaşamları düşünüyor, dünyaya yayılmayı başarmış Mevleviliğe karşı saygımın daha çok arttığını fark ediyorum.
Ana galeri kısmına geldiğimizde Mevlâna’nın çocukluğundan başlayarak, onun hayatındaki önemli noktaları tespit eden yağlı boya tablolarla karşılaşıyoruz. Ama ana galeride beni en çok etkileyen, Mevlâna’yı hocası Burhaneddin Muhakkık-ı Tirmizi ve Şems-i Tebrîzî ile birlikte gösteren minyatür heykeller oluyor. Gerçekten ayrıntılı işçilikleri ile göz dolduran bu heykeller, adeta yaşıyormuşçasına canlı duruyor ve stop motion bir animasyondan fırlamış gibi gözüküyorlar.
Her ne kadar çok yorulmuş olsak da son bir gayretle müzenin son kısmını oluşturan panorama alanına, içinde bulunduğumuz ana galerideki merdivenleri kullanarak çıkıyoruz. Ses efektleri ile desteklenen ve 13. yüzyıl Konya’sında heyecan verici bir gezinti yapmamıza olanak tanıyan bu alanda, dönemin kıyafetlerini ve yaşam tarzlarını da gözlemleme fırsatı elde ediyoruz.
Hakikate Doğru Manevi Yolculuk: SEMÂ ÂYİNİ
Semâ programına çok az bir vakit kala Mevlâna Kültür Merkezi’nden içeri giriyoruz. Semâ Salonu’na girmeden önce, fuaye alanında 750. Vuslat Yılı anısına açılan Özcan Yüksek’in “Belh’ten Konya’ya” isimli fotoğraf sergisi dışında “750. Vuslat Yılı Klasik İslâm Sanatları” ve “Geleneksel Sanatlar Cihetiyle Mesneviden Günümüze Mesajlar” isimli sergileri de gezmeyi ihmal etmiyoruz.
Nihayet vakit geliyor ve Semâ Salonu’nun kapısına geliyoruz. Kapıda inanılmaz bir kalabalık var. Uzun bir bekleyişten sonra içeri girip yerimize oturuyoruz. Oldukça heyecanlıyım, daha önce küçük gösteriler şekilde izlediğim Semâ’nın ilk kez gerçek anlamda icrasına tanıklık edeceğim.
Kur’an-ı Kerim tilaveti ile başlayan program, Ahmet Özhan’ın mest edici sesiyle kulaklarımızın pasını sildiği tasavvuf müziği konseriyle devam ediyor ve yaklaşık bir saatin ardından Semâ âyini başlıyor.
Semâzen dendiğinde sadece aklımıza dönen bir adam gelse de Semâ, böylesine basite indirgenecek bir şey kesinlikle değil. Kıyafetlerden hareketlere her şeyin derin anlamlarla bezendiği Semâ, hakikate doğru manevi bir yolculuğun etkileyici bir temsilini ortaya koyuyor.
7 bölümden oluşan ve her bölümde insana başka bir şey anlatan Semâ’nın en derinlerde hem icracısına hem de seyircisine “sabır”ı öğütlediğini söylersek yanılmayız. Zira semâzenlerin hırkalarını çıkarıp ebedî âlemde doğdukları ve dönmeye başladıkları bölüme gelene kadar insanın sabrını zorlayan bir performans ortaya koydukları aşikar. Ama sonrasında insanın hayranlıkla izlediği bir tablo ile karşılaştığı da inkar edilemez bir gerçek.
Şeyh-i Kebir’in Ebedi İstirahatgahı: SADREDDİN KONEVİ CAMİİ ve TÜRBESİ
Yüksek Hızlı Tren ile Gebze’ye dönmeden önce, Mevlâna’nın cenaze namazını kıldırmasını vasiyet ettiği ve Mevlâna’nın vefatından on ay sonra Hakk’ın rahmetine kavuşan Sadreddin Konevi’nin türbesini ziyaret etmeye karar veriyoruz. Tren garına oldukça yakın bir noktada bulunan Sadreddin Konevi Camii ve Türbesi’ne doğru yürüyoruz.
Hocası İbnü’l Arabi’den sonra Vahdet-i Vücud düşüncesinin en önemli temsilcisi olan ve “Şeyh-i Kebir” unvanıyla anılan Sadreddin Konevi, 30'a yakın eser kaleme almıştır ve hiç şüphesiz Selçuklu döneminde ilim ve kültür merkezi olan Konya’nın bu payeyi kazanmasındaki en büyük pay sahiplerinden biridir.
Mevlâna ile aralarındaki dostluğa dair pek çok menkıbenin nakledildiği Sadreddin Konevi’nin o dönemin Konya’sında halk tarafından en az Mevlâna kadar saygı duyulan bir alim olduğunu hatırlatmakta fayda var.
Açık türbe tipinin ayakta kalan tek örneği olan Sadreddin Konevi’nin türbesini ziyaret edip Fatiha okuduktan sonra caminin içine giriyoruz. Selçuklu dönemine ait enfes çini süslemeleriyle öne çıkan mihrabı incelerken daha önce hiçbir camide karşılaşmadığım bir şey beni şaşkınlığa uğratıyor. Küçücük bir kapının yanında Sadreddin Konevi’nin çilehanesi yazıyor. Kapıyı açtığımda ancak küçük bir çocuğun ayakta durabileceği yükseklikte ve bir seccade genişliğinde bir alanla karşılaşıyorum. Bu alanda bırakın dakikaları, saniyeleri bile geçirmenin korkunç olduğunu istemeden de olsa düşünerek kapıyı usulca kapatıyorum.
Ardından yeniden caminin içine göz atarken mahfile çıkan merdivenlerin altında yer alan ve etrafı ahşap kafesle çevrili kısımdaki yazı dikkatimi çekiyor: Sadreddin Konevi’nin Torunları. Kapıyı açtığımda üç mezar sandukasıyla karşılaşıyorum. Onların da ruhuna Fatiha okuduktan sonra camiden çıkıyorum.
Konya’daki gezimi tamamladığımda cebimde belgesel için çektiğim yüzlerce videonun olduğu kameranın, yüreğimde ise Mevlâna’dan bana yadigar kalan aşk, sevgi ve hakikatin ağırlığını hissediyorum. Daha farklı düşünen ama daha da önemlisi daha farklı hisseden birine dönüşmüş olarak bu kadim toprakları -elbette yeniden gelmek üzere- terk ediyorum.
- SON -