İnsan, her ânında ister öğretmen-öğrenci, âmir-memur, resmî-gayri resmî vatandaş veya ister asker-sivil ve bu gibi yurttaş olsun; mutlaka bir çerçeve içinde bulmuştur kendini.
Her ne kadar herkesin özlediği başka bir ortam / sistem / rejim ve çerçeve olsa da; bu, onun istikbâle yönelik bir temennîsidir. Ve sadece onun isteğiyle gerçekleşecek bir husus değildir.
Çünkü temennî etmek elinde, irade etmek ise, elinde değil. Elbette arzuladığı çerçevenin gerçekleşmesi için, meşrû' zeminde himmet ve gayret sarfetmekle mükelleftir. Fakat bu hâlde bile -ister istemez- bir çerçeve içinde ve bir mekân üstündedir.
Bu çerçeve dâhilinde başkaları da var şüphesiz. Üstelik bunlar çok defa farklı düşünce, anlayış ve kavrayış mensûbu kimseler. Yine de arasında zıt kutuplar sâhibi, değişik zihniyetler mâliki olan bu kişilerle iç içe ve yan yana yaşamak, aynı havayı teneffüs etmek mecburiyetindedir.
Ne var ki bu çerçeveyi bizzat kendisi tesis ederek, hazırlayıp kurmamıştır. Öyleyse etrafını saran maddî-mânevî kuşatılmışlığın keyfiyetinden -şayet beğenmiyor veya benimsemiyorsa- sorumlu değildir.
Bundan dolayı yersiz bir huzursuzluğa düşmenin âlemi yok. Bunun için görevini ihmal, gevşetme ve hattâ yapmamak gibi yanlış bir anlayışın zebûnu olmaya da gerek yok. Tabiatiyle işinde ve memuriyetinde, açıktan yapamadığı zararı, dolaylı şekilde yapmaktan da kaçınmalı.
Zira insan, her hâl u kârda, herkese karşı dürüst olmakla yükümlüdür. Yâni görevini hakkiyle, tam olarak yapması gerekir. Şüphesiz bu uğurda ne aldanmalı, ne de aldatmalıdır.
Fakat aldatmakla aldanmak arasında tercih etmek zorunda kalırsa, aldatmaktansa, aldanmayı yeğlemeli. Bu hususta en büyük önder -herşeyde olduğu gibi- yine Hz. Peygamber olmalı. Çünkü o, dost-düşman ittifakiyle “EMÎN” vasfına lâyık görülmüştür.
Hem de bu sıfatı putperest ve dinsizlerin arasında bulunur, aynı ortamda yaşarken, onlara karşı göstermiş olduğu güzel ahlâk, yüksek seciye ve hoş davranışından ötürü kazanmıştır. İçinde bulunduğu şartlar, istediği biçimde olmadığı hâlde o, vatandaş olarak, arzu ettiği şekilde düşünmüş, istediği tarzda yaşamıştır.
Çevreyi hesaba katarak değil, Hakk'ı gözeterek fakat vatandaşlık görevini asla ihmal etmiyerek ve kesintiye uğratmıyarak, yapması icap edeni yapmaktan asla geri kalmamış. Çevresine karşı hep yapıcı ve yardımcı olmuş, bu mânada kendini kavminden hiçbir zaman soyutlamamıştır. Üstelik bu “EMÎN” oluş vasfını aldığı zaman, henüz Peygamber bile değildi. Ortada ne bir İslâmiyet ne de bir İslâmî teblîğ vardı.
Velhâsıl zaman, zemin ve insanlar Hakk'tan, hakikatten uzak bulundukları bir ortamda bile Hz. Muhammed, doğru yoldan ayrılmamıştır. Nitekim doğru yaşamış, doğru söylemiş, doğru davranmış. Olduğu gibi görünmüş, göründüğü gibi olmuştur.
Çevreye teslim olmamış, aksine çevreyi mânen teslim almış. Yâni yaşayışı ile çevreye en güzel örnek olarak, onu müsbet, tabîî rayına oturtmaya çalışmıştır. Gerçekten Peygamber olduktan sonra bile, müslüman köleleri, kâfir sâhiplerine karşı kışkırtmamış, onlardan işlerini aksatmalarını istememiştir. Öyle olmasaydı, İslâm'ın farkı nasıl anlaşılır, nasıl bir câzibe merkezi hâline gelirdi?
Demek ki, bizler, hangi sistem, hangi kanun ve hangi ortamda olursak olalım; üstümüze düşen görevi yapmakla mükellefiz biiir. (Tabii burada “Allah'a âsî gelecek yerde, kula itaat yoktur.” düstûru dışında kalan hususları kastediyoruz.) Etraf ve çevremizde olup bitenler karşısında -elden geleni yapmak yapmıya çalışmak şartiyle- mes'ûl olmadığımız gibi, bu yüzden işlerimizi aksatmak veya yapmamak gibi keyfî ve yanlış davranışlardan uzak durmamız lâzım ikiii. Kaldı ki, bu anlayış biçimi, bizlere iki cihan rehberimizden kalan bir yol ve yordamdır üüüç.
Velhasıl:
“İnsana sadâkat yakışır, görse de ikrah,
Yardımcısıdır doğruların Hazret-i Allah.”