Ta’lîm-i Esmâ: İsimleri öğretmektir. Allah tarafından Hz. Âdem’e Esmâ-i Hüsnâ (Allah’ın güzel isimleri)nin öğretilmesidir.
İnsanların istidat ve kabiliyetleri sayısızdır. Bu bakımdan hadsiz ilimleri ortaya koyacak kapasite ve pozisyonda yaratılmıştır. Daha doğrusu bunları edinecek potansiyel sahibi kılınmış ve bu sonuçları alabilecek ilimlerle techiz edilmiştir. Bu dünyaya bu şekilde gönderilmiştir. Çeşitli ilimleri öğrenecek kapasitede var edilmiştir. Öyle ki, fıtratına konan öğrenme ve öğretme vasıf ve sıfatıyla, tüm ilimleri kavrayabilecek bir evsaf ve nitelikte yaratılmış.
Evet, insan evrenin maddî-manevî her yönüne sırdaş olup, onlarla evreni kucaklayabilecek vasıflara sahip olarak yaratılmış. Hâlık’ın işlerini ve vasıflarını anlayabilecek sayısız maarif ve bilgilerle donatılmış. İnsan işte böyle yüksek bir mahiyetle dünyaya gönderilmiş. Böyle olduğu içindir ki, yalnız melâikelere değil, belki Semâvat, Arz ve Dağlara karşı Emanet-i Kübra’yı (En Büyük Emaneti) haml edebilecek / taşıyabilecek; yani Allah’ın bilinmek, tanınmak, gizli güzelliklerinin bilinmek istemesi davasında, insana bu hakikatin gereğini yapabilecek bir rüchaniyet / üstünlük verilmiştir.
Ve kendisine Yüce Allah tarafından verilen, tüm bu haslet ve vasıflarıyla Arz’ın / Yeryüzü’nün manevî bir halîfesi yapılmıştır. Nitekim bu düşündürücü âyetle, insanın çok yönlü istidadına Kur’an-ı Kerîm işaret etmekte. Bütün bunlara, istidadındaki çok yönlülükle kavuştuğunu belirtmektedir.
İşte bütün bu bilimsel yükselişi, fendeki mümtaz ve seçkin ilerleyişi, ilim ve fende harikalar ortaya koymasının temelinde, ilahî bir “Ta’lim-i Esmâ” / “Esma Ta’lîmi” / Allah’ın Âdem’e İlahî isimlerini talim etmesi yani öğretmesi vardır. Çünkü kâinat ve evrendeki her şey İlahî isimlerin taşa, toprağa, ağaca, kısaca tüm canlı cansız varlıklara bürünerek ortaya çıkmasından başka bir şey değildir.
Velhasıl, her bir kemal ve olgunun, her bir ilmin, her bir terakkiyat, ilerleyiş ve yükselişin, her bir fennin yüksek bir hakikati vardır ki, o hakikat ise, bir ilahî isme dayanmasıdır. Kaldı ki, o İlahî isimlerin de, pek çok perdeleri ve çeşitli tecelliyat ve zuhurları vardır.
İşte bütün varoluş ve içindekiler; muhtelif / çeşitli daireleri bulunan o isimlere dayanmakta. Ve ancak bu şekilde o fen, o kemâlat, o san’at; kemalini / son hâlini almakta ve hakikat olmaktadır. Yoksa yarım yamalak bir surette, yani nâkıs / eksik bir gölge olarak kalır.
x
“Âdem’e öğretilen isimlerden maksat, isimlerin delalet ettiği varlıklardır. Allah belki bir sınır koymaksızın varlıkların bilgisini Âdem’e vermiştir. Yine Allahü Teâlâ insanda, kabiliyetinin gereği olarak, eşyanın (şeylerin, varlıkların) hakikatini, eşya üzerinde hâkim olan ilahî kanunları, fayda ve zarar yollarını gösteren lüzumlu bilgileri de yaratmıştır. Görülen durum da bunu doğrulamaktadır.
“İnsanoğlu asırlar boyunca bu fıtrî kabiliyeti, babalarından miras olarak almışlar ve bu sayede kendilerini yeryüzüne hakim kılan ve Allah’ın ‘Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım’ sözünü gerçekleştiren tabiat kanun ve sırlarını çözegelmişlerdir. Denilmiştir ki: ‘Allah, Âdem’de deniz, dağ, bitki, hayvan, yer ve gök gibi varlıkların halifesi olarak insanla ilgisi olan ve hayatı göğüsleyebilmesi için ihtiyaç duyacağı ilimleri yaratmıştır.’ ”
(Afif Abdülfettah Tabbara)
Velhasıl:
İnsan, çok mükemmel yegâne üstün bir varlık;
Gösterilmeli ona lâyık olduğu, hassas bir duyarlık.
Konulacaksa kâinat / evren, terazinin bir kefesine;
Diğer kefede yer almalı insan, yakışırcasına kendine.