Cahil için korkudan başka tanrı yoktur.
Kendisine giydirilen kimlik ve kalıpları, mutlak doğru sanan ve bu saplantıları kendi görüşü diye savunan, hatta ölüp-öldürenin ise tanrıya ihtiyacı yoktur.
Cahilin peygamberi iktidardır, korkutma gücünü elinde tutanlardır.
Kimi köyde ağa, kimi kentte bey, kimi Ankara’da efendi...
Kimi destursuz girilmez mahfillerde hoca, kimi randevusuz-pasaportsuz-vizesiz gidilmez diyarlarda vaizdir.
Cahilin yoksulu makbuldür. Protein almadıkça hafızası zayıflar.
Dün darbe şakşakçılığı yapanı, bugün darbe karşıtı diye alkışlaması gerekir.
Dünya’da yarattığı tanrısının lütfu erzak pakedi için komşu, arkadaş, kardeş kim varsa itişip, atışıp, küsüşmesi gerekir.
İnanmak insanı rahatlatır, huzur verir, sorunları çözmese bile çözmüş gösterir. Yaşanan koşullar eğer acılar veriyorsa, hafifletir, uzaklaştırır. İnanmak iyi bir psikoterapidir.
Ancak...
İnanmak, ihtiyaçların önceliklisi olmuşsa ve ihtiyaçların çoğunu oluşturuyorsa, orada yalana inanmak kolaylaşır.
Gezi Parkı Direnişi ile ilgili, Anadolu’nun sakin kasabası Biga’da, kimler nelere inandı diye kendimce araştırıyor, algı tablosunu anlamaya çalışıyorum.
Halkımızın çoğunluğu, aklın alması olanaksız, bu tür yalanlara inanmayı sürdürüyor. Sürdürmek bir yana, hiç olmayanı bile, kendisi görmüş gibi diğerlerine anlatıyor.
Biga’da bir topluluktayım.
“Camide içki içildi” diyorlar.
“Orada mıydınız?” diye soruyorum.
Öfkeleniyorlar. Taptıkları güce yalancı diyordum. Yalancıya tapmışlardı bir kere...
Acaba kuşku duyup, kendi kendilerine soru sorabilirler mi diye yokluyorum.
Tepkilerini bana yöneltiyorlar, karşılarında bir anda iftiracı durumuna düşüyorum.
Kararlıyım.
“Camiinin müezzini de mi yalan söylüyor. ‘İçilmedi, görmedim’ dedi” diyorum....
Bu kez de müezzini kendi ürettikleri tanrıya kurban etmeye kalkıyorlar.
Müezzin adına kaygılanmaya başlıyorum.
Görev yaptığı camide içki içildiğini görmediğini söyleyen müezzine, kimbilir kaç müslüman inanmadı...
Japon İmparatoru bile inanmıştır, ama bizim insanlarımız maalesef doğru söze inanmıyor, yalanlara inanıyor.
Ve ben de hala inat ediyorum.
Müezzin şimdiye dek, kimbilir kaç kez yalanın kötülüğünden söz etti dostlarına, çevresine... Bence ilk kez, yalan ve yalancıya biad eden bir cemaate sırtını döndüğünde başına neler geldiğini acı acı öğreniyordur.
Nasreddin hocanın, Timur’un filleri öyküsündeki terkedilmişliği gibi...
Bilerek ve sistematik üretilen yalanlar; sormayan, sorgulamayan, dolayısıyla düşünmeyen insanı tetikçi yapar. Sistematik yalan üreten iktidar; yalanları ortaya çıktıkça, gündem değiştirecek yeni yalanlar üretir. Oysa cahil inançlıda eski yalanlar yaşamayı sürdürür, hatta kalıcı inançlar oluştururlar.
Eğer böyle olmasaydı, bir tek tanrının, bir tek kitabın ve yalnızca bir tek elçisinin olduğuna inanan milyonlarca müslüman...
Bunca mehdiyi, bunca dervişi nereden bulurdu; nasıl tapınası noktaya gelirdi?
Bunca saçma tefsiri, sayıları milyonları aşan uydurma hadisleri, bunca hurafeyi nasıl olup da Kur’an ayetine eş tutardı?
“Şeyh uçmaz, mürid uçurur” derler...
Uçan uçsun! Dünya kadıya mülk değil.
Çıkarlara göre şekil verilen yeni dine İslam denmese; Allah ve Kur’an alet edilmese...
Ne haliniz varsa görün diyeceğim de...
Feriha izinde ben sayıklayayım
Ramazan’da iftarı değil, sahuru severim.
Yemeği değil, çay ve sigarayı özlerim.
Ramazan’da en çok Bakara Suresi okunurken ağlayanlara gülerim.
Yakındaki caminin müezzini doğrusu ezanı makamıyla okuyor, ama o uzaktaki camiden gelen yok mu? Bari araya girmese...
Uykusuzluk ve açlık benim gibi yaşlılar için dert değil. Oysa gençler, iftar ile imsak arasındaki 8 saatte uyusun mu, yesin mi?
Ay takvimi size göre değil gençler!