Özellikle zamanımızda dünyada ve bilhassa İslâm ülkelerinde; kötülükler, yanlışlıklar, yoldan çıkmalar dalga dalga; doğru, güzel ve iyilerin üstüne yığın yığın gelmekte! Kitleleri istilâ etmekte! İnsanları şaşırtıp; akıl, zihin ve anlayışlarında şirazeden çıkmalarına, başıbozuk bir hâl ve durum almalarına yol açıyor! İçinde bulunduğumuz asrımızda fitneler zuhûr etmekte, ortaya çıkmakta. Millî vicdan; fikir ve imanlar bozulup sarsılmakta! Her husus ve her şeyde ıslahat ve düzenleme, düzeltme ve iyileştirmelere ihtiyaç duyulmaktadır! Fitne, bid’a ve dalâletleri görmek için; basîretli, ferasetli ve öngörülü olmak icap etmekte ve gerekmektedir. Onlardan içtinap etmek / kaçınmak için, nasıl bir yol takip edip izlemek lâzım?

Taklidî iman ve inançla bütün bunlara karşı durmak, nasıl mümkün olabilir? Böyle bir ortamdan kaçış çok müşkil, çok zordur. Zaten kaçmak çare değil. Bu kaos ve karışık hâlden çıkmak için; gerçek, doğru, güzel ve iyiyi, yani tahkikî imanı elde etmek ve ona sarılmak lâzım. İnsanlar tarih boyunca yoldan çıkmaya, nefsin nefsanî isteklerine uymaya meyyal olmuş ve hâlen olmaktadırlar! Bunun içindir ki, tarih boyunca insanlara binlerce peygamber gönderilmiş. Fakat onlar belli bir zaman sonra yine azmışlar; bildikleri gibi davranmaktan geri durmamışlar!

Hakikat ve gerçeği görenler; hep azınlıkta kalmış, onlar bile zamanla itidal ve orta yolu dumura uğratmışlar! İlahî dinin rayından çıkmasında bir beis ve sakınca görmemişlerdir! Şüphesiz bunda, zamanın ilerlemesiyle yeni ihtiyaçların, yeni çıkış yolu bulmak zorunda kalmalarının da dahli ve rolü var. Onun içindir ki, her yüzyılda bir müceddid / yenileyici dediğimiz muhterem, âlim, âbid ve zâhid zatlar zuhûr etmiş. İnsanların gidişatını rayına oturtmaya çalışmışlardır. Bunlar yeni bir şey getirmemişler. Çünkü Kur’an, Sünnet, İcma-ı Ümmet ve Kıyas-ı Fukaha ortada. Bu zat-ı şerifler mevcut ve herkesçe bilinen âyet ve hadislerin mânâ ve anlamlarını; kendi zaman ve zeminin şartlarında yerine oturtmaya çalışmışlar. Bu zamanda herkesin bildiği mâlûmatın; asıl konacak yerlerini göstererek, malûmatları ilim hâline sokmuşlardır.

Çünkü bir şeyin zâtında (bizzat zâtının / kendisinin) doğru olması başka, muktazi-i hâle (hâlin icabı ve gereğine) göre doğru olması başkadır. Birincisi malûmat, ikincisi ilimdir. Herkes, her şeyi bilmiyor değil. Herkes her şeyin ne zaman, nerede ve ne şekilde kullanılması lâzım geldiğini bilmiyor! İşte zuhûr eden zâtlar; insanlara; bildikleri, manevî ilaç hükmündeki âyet ve hadislerin kullanılacak, yerleştirilecek yerlerini göstermiş oluyorlar.

Manevî ilaç hükmünde olan âyet ve hadislerin; reçetelerini yani nerede nasıl ve ne şekilde anlaşılıp uygulanmaları lâzım geldiğini gösteriyorlar. İlacı reçetesiz kullanamadığımız gibi, manevî reçete hükmünde olan ilahî ilaçların reçetelerini doğru bir şekilde, sadece bu gibi ehil zâtlardan öğrenmemiz mümkün. Yoksa dünyevî mes’elelerde basîretsiz olur. İşi sarpa sardırmış oluruz. Yine hayattayızdır ama, hayatımızı lâyık-ı veçhile, tam olarak değerlendirmiş sayılmayız.

Nitekim, hangi İslâm ülkesi olursa olsun, yurt içinde; hiç kimse, devletin askerine, polisine, memuruna ve vatandaşına karşı asla silah çekemez. Silah ancak vatana saldıran dış düşmanlara karşı kullanılır. İçerde her türlü yayınla tenkitler yapılabilir. Ama bu; kimseye silaha el atma hakkını vermez. Tenkit yüzünden ceza da alsa, hapse de atılsa; savunmasını hukuken yapacak; fakat bunun için asayişe, asla halel getirmeyecek. Mesela, bu inceliği anlamayan ve İslâmî bir rejim kurmak isteyen “Müslüman Kardeşler”in metodları; davalarında samimi, iyiniyetli olsalar da, İslâma aykırı idi. Yıllarca nice kardeş kanı döktüler. Nihayet akılları başlarına geldi. Artık silahı bırakacaklarını söylediler. İnşallah sözlerinde dururlar. Evet, yurt içinde müslümanlar birbirine karşı silah kullanırlarsa; bunun galibi ancak dış düşmanlar olur. Ülkeyi işgal etmek için ellerine bekledikleri fırsatı ise, bizzat kendimiz vermiş oluruz! Mevlânâ, Yûnus Emre, İmam-ı Rabbanî, İmam-ı Gazalî ve zamanımızda zuhur eden zât gibiler; zamanlarını dinin ince meselelerine parmak basarak aydınlatmışlardır. Elbette zamanımızın da, bu mânâda bir sahibi vardır. Bütün bunlardan ötürüdür ki: “Asrın imamını / önderini tanımadan ölen, câhiliye ölümüyle ölmüş gibidir.” denilmiştir. Elbette, asrın manevî önderini bilmemiş olabiliriz. Fakat bu durum bizleri, din ve imanımızdan etmez. Sadece, dünyevî mes’ele ve problemlerde, bizleri basîretsiz kılar. Zaten İslâm Âlemi’nin bugünkü perişan hâli, kasıtsız olarak bu duruma düştüğümüzden ötürü değil midir?

banner983
Misafir Avatar
İsminiz
Yorum Gönder
Kalan Karakter:
Yorumunuz onaylanmak üzere yöneticiye iletilmiştir.×

banner376

banner375

banner377

banner981