Halk arasında "böcek ilaçlaması" olarak bilinen pest kontrol işinden polisiye romanlara uzanan sıra dışı bir kariyer yolculuğuna sahip olan Eray Akgül, yeni çıkacak olan kitapları ile edebiyat dünyasına katkı sunmaya devam ediyor. (HABER VE FOTOĞRAFLAR: UĞUR TATAR)
04 Temmuz 2025 Cuma 11:32
Zonguldak’ın kömür kokan sokaklarından Antalya’nın güneşli sahillerine, oradan da köklü bir tarihi geçmişe sahip olan Kocaeli’nin Gebze ilçesine uzanan dikkat çekici bir yaşam hikâyesi… “Uyumak İçin” ve “Kuklacı” gibi polisiye romanları dışında biyografik bir eser olan “Çölün Dili” ile de tanınan Eray Akgül’ün gerçek mesleği öğrenenleri şaşırtacak cinsten. Kendine ait bir pest kontrol yani halk arasında bilinen şekliyle böcek ilaçlama şirketi olan Eray Akgül, bu mesleği yapma sebebini ve mesleğinin yazarlık kariyerine etkilerini şu şekilde açıkladı:
“43 yaşındayım. Zonguldak’ta doğdum, Antalya’da büyüdüm ve Gebze’de ikamet ediyorum. Yazma ve çizimle uğraşan, doğayla ve insanlarla iç içe yaşamayı seven, sanat ve kültürle ilgilenen biriyim. Halk arasında ilaçlama şirketi olarak bilinen bir şirketim var. Yaklaşık yedi veya sekiz yıl önce bir şirkete şoför olarak girmiştim. İlaçlama yapan arkadaşım işi bırakınca bana bu ilaçlama işini teklif ettiler; daha iyi bir maaşla, daha az çalışma saatlerinde, daha iyi imkânlara sahip olacağım bir işti. Bu iş yeri iflas edince kendi yerimi açtım. Bu işi yapmamın en büyük nedenlerinden biri, çok boş vaktimin olması ve bu boş vakitlerde kendime vakit ayırabilmem, yazı yazabilmem, düşünebilmem, kendimi hayatımı geliştirecek şeylere verebilmem. Şu anki ekonomik durum beni bambaşka bir maceraya atılmaktan alıkoyuyor; kendimi o kadar cesaretli bulamıyorum. O yüzden bu işe devam ediyorum. Ama tabii etik kaygıyı düşündüğümde bir ikileme düştüğüm oluyor ve mesleğimden dolayı üzüldüğüm oluyor. Aslında çalışmayı komple bırakmayı çok düşünüyorum. Hemen hemen her sabah kalkarken, her akşam yatarken sadece yazabileceğim, kendimi yazarak ifade edebileceğim ve hayatımı da yazarak kazanabileceğim bir hayatı hep hayal ediyorum. İnsan yaşadığı her şeyden bir şeyler öğrenir; çünkü insan çok sübjektif ve öngörülemez bir varlık. Dolayısıyla ben de sürekli insanlarla iç içeyim; insanların iş yerlerine, evlerine, yatak odalarına giriyorum. Aşçı ise mutfağına giriyorum, insanların eşyalarını koydukları depolarına giriyorum. Oradaki anılarını görüyorum, nelerden vazgeçtiklerini, neleri attıklarını görüyorum. İnsanlarla yakın temaslı olmak bana oldukça güzel şeyler katıyor. En azından karakter yaratmak için, kişilik oluşturmak için ve işte o gördüğüm yerlerde bir mekân ayarlamak anlamında çok pozitif katkıları oluyor. Ama işle alakalı değil, bu işin vasıtasıyla kurduğum ilişkilerle alakalı tüm bunlar.”
“Bir şeyin olması için tüm şartların gerçekleşmesi gerekir”
Sürekli yazarak, okuyarak ve kendini geliştirmeye çalışarak günlerini geçirdiğini söyleyen Eray Akgül, yazarlığa nasıl başladığını ise şu cümlelerle anlattı:
“Ben lise yıllarından beri aslında yazıyorum. O zamanlar ergenliğin verdiği hevesle kızlara şiirler yazarak, kısa hikâyeler yazarak başladım diyebilirim. Ben çok utangaç bir çocuktum, çok insan içine çıkmazdım, özellikle liseye kadar. Masal kitapları okurdum, resim yapardım, bazı eksik bulduğum yerleri kendim tamamlardım, karikatür çizerdim. Tabii liseden sonra bu şiirlerin artık çoğalmasından dolayı ben yazabildiğimi fark ettim. Bunun üstüne eğilmem gerektiğini düşündüm. Askerden önce bir roman denemem oldu ama yapamadım onu, beğenmedim ve yırtıp attım. Bayağı da ilerlemiştim. Ondan sonra 35 yaşına kadar bu süreç devam etti; yazdım, olmadı, beğenmedim, yeterli bulmadım. Hani bir şeyin olması için tüm şartların gerçekleşmesi gerekir ya benim bir yazar olabilmem için de 35 yaşına kadar beklemem gerekti. Benim şu anda yayınlanmış üç tane kitabım var. İlk kitabım 2021 yılında “Uyumak İçin” isimli polisiye macera romanım ve burada çocukluğu kötü geçmiş birinin geçmişinden ve insanlıktan intikam almasını işliyorum. Kitabın isminin “Uyumak İçin” olmasının sebebi, katilin annesinin mutlu olması ve daha rahat uyuyabilmesi için dünyadan birini arındırması yani onu öldürmesi gerekmektedir. Ayrıca başkahramanımız olan ekibin başı İzzet Başkomiser ise içine girdiği böyle sıkıntılı bir dosyayı çözmeden uyuyamamıştır. Dolayısıyla Başkomiser İzzet, uyumak için katili yakalaması gerekmektedir. Katilin ise uyumak için birilerini öldürmesi gerekmektedir. Bu sarmalın içinde hikâyemiz nihayete eriyor. İkinci kitabım ise “Kuklacı”, bu bir intikam hikâyesi. Yine aynı ekibin başka bir macerasını anlatıyorum. Bu kitabın sürpriz bir sonu var. Bu yüzden çok bahsetmek istemiyorum.”
Afganistan’dan Türkiye’ye uzun bir yolculuk
Polisiye gerilimin ustaca işlendiği “Uyumak İçin” ve “Kuklacı” romanlarının ardından, Eray Akgül’ün okurlarını sarsıcı bir gerçek yaşam öyküsüne davet ettiği “Çölün Dili”, Afgan bir göçmenin 45 günlük zorlu yolculuğunu ve Türkiye’ye uyum çabalarını anlatıyor. Dram, macera ve psikolojinin iç içe geçtiği derinlikli bir hikâye sunan bu eserin yazım sürecini yazar şu şekilde ifade etti:
“Üçüncü kitabım ise 2023 yılının sonunda çıkan “Çölün Dili”. Bu gerçek bir hayat hikâyesinden esinlenerek, kurgulanarak kaleme alınmış bir eser. Bir göçmenin 45 günlük yolculuk sonrasında ülkeleri aşarak ülkemize geliş sürecini ve geldiğinde de Türkiye’ye entegrasyon çabalarını anlatan hem macera hem psikolojik hem de dram içeren bir eserdir. Kitabın başkahramanı Erfan benim çok samimi, çok sevdiğim bir arkadaşım. Kendisi Afganistanlı, beraber uzun yıllar çalıştık. Bana saygısını, sevgisini, beyefendiliğini hiç bozmamış biridir kendisi. Biz çok sohbet ederdik, ben ona yakın davranırdım. Dolayısıyla o da yaşadıklarını birine anlatmak istiyordu. Sonra sürekli anlatmaya başladı ve bir gün suyla alakalı bir şey anlattı. Kitabı okuyanlar bilir, okumayan da o bölüme geldiğinde beni anlayacaktır. Bu su anısı tamamen gerçek. Orada ben dedim ki: ‘Ben yazar olma iddiasında biriysem bunu nasıl yazmam?’ Ve dolayısıyla bunu artık yazmam gerektiğini düşündüm. Her anlattığını not almaya başladım, tabii ona söylemeden. Arkadaşlarının ortamlarına girdim. Burada bir, iki akrabası vardı, onların ortamlarına girdim, daha çok dinledim. Onunla daha çok vakit geçirmeye başladım, daha çok paylaşımımız oldu ve dolayısıyla ben bayağı bir veri topladım. Tabii bunları yaparken Afganistan ile alakalı, oranın sorunlarıyla, sosyal yaşamıyla, ekonomik durumuyla, yıllarca işte Rus işgali, Amerikan işgali, ondan sonra rejim değişiklikleri derken oradaki sosyal ve siyasal durumla ilgili araştırmalar yaptım. Mesela Ferhunde diye gerçekten yaşamış Afgan bir kadın var, bir öğretmen. Onun başından geçen trajik bir olay var, yani dünya tarihinde böyle eşine az rastlanır bir olay. İnternete de bakabilir, okuyabilirsiniz. Kitapta da var. Sanki ben başkarakter olayın içindeymiş gibi bu tür meselelere de değindim, yani güncel siyasal olaylara da değinmeye çalıştım. Derinlemesine bir analiz yaptım. Kitap bitti, artık basım aşamasına geldikten sonra ben kendisine söyledim. Çünkü hani daha önce söylesem işte olayı dramatize etmeye çalışabilirdi, farklı konuma getirmeye çalışabilirdi. Ben bunu istemedim, olay tamamen gerçek olsun istedim. Ve ondan sonra söyledim, kendisi de sağ olsun çok güzel karşıladı. Yani bana motive edici şeyler söyledi, her zamanki gibi kibarlığını ve iyi niyetini bozmadı. Ben bu ara bunun akrabalarıyla falan da hep görüştüm, onlardan da izin aldım ve sonuçta ortaya bu kitap çıktı.”
Zonguldak’ın yokuşları, Antalya’nın palmiyeleri ve İstanbul’un uğultuları
Bir yazarın ilham kaynakları bazen en umulmadık yerlerden ortaya çıkar. Eray Akgül için bu ilham, ziyaret ettiği ve yaşadığı şehirlerin ona fısıldadığı imgelerde gizli. Zonguldak, Antalya, İstanbul… Her şehir, Eray Akgül’ün kaleminde yeniden hayat buluyor.
Ben hiçbir kitabımda gerçek isim kullanmıyorum, şehirlerin bende yaratıp yarattıkları ilk etkileriyle oralara isim veriyorum diyen Eray Akgül, “Antalya’ya ilk gittiğimizde merhum dedem bizi orada Karaalioğlu diye bir park var, çok meşhur, güzel bir park, özellikle bir çocuk için harika bir park, o zaman daha güzeldi, oraya götürdü. Ben de yol yüzünden falan çok yorulmuştum, hava çok sıcaktı ve ilk fark ettiğim şey oradaki palmiyeler oldu. Her tarafta muntazam şekilde dizili palmiyeler, onların üstünde yaban papağanları vardı ve bu beni müthiş etkilemişti. Bu yüzden Antalya için ‘Palmiyeler Kenti’ dedim. Zonguldak'a gittiğinizde zaten ilk göreceğiniz şey yokuşlardır, her yer yokuştur Zonguldak’ta. Zonguldak'a ‘Yokuşlar Kenti’ diyorum. İstanbul’a da ilk gittiğimde hiç unutmuyorum, Kadıköy’e gitmiştim. Kadıköy’ün Çarşısı’na girince beni bir uğultunun sarmaladığını hissettim. Bir yarım saat sonra çok başım ağrımaya başladı, sonra sonra alıştım. Şimdi ne zaman gitsem ben uğultunun içinde kalıyormuşum gibi oluyor. Bu yüzden İstanbul’a ‘Uğultular Kenti’ dedim. Mesela askerliğimi Şırnak’ta yaptım. Bizi dağların üstünde bir askeriye bıraktılar. Her tarafta bulutlar vardı, bu yüzden Şırnak için ‘Bulut Kent’ dedim. Bundan sonra da kitaplarımda bu ve buna benzer isimler kullanacağım.” şeklinde konuştu.
Yeni Kitaplar Yolda
Polisiye serisinin merakla beklenen üçüncü kitabı, tiyatro oyunu, çocuk kitabı ve hatta tarihi kurgu roman projeleri… Edebiyat dünyasına dinamizm katmaya devam eden Eray Akgül, yeni projeleri ile ilgili şu bilgileri verdi:
“Şu anda dördüncü kitabımı da yazmış bulunmaktayım. Otobiyografik bir roman. Tabii onda da yine çeşitli olay örgüleri var, her ne kadar otobiyografik olsa da onun içinde bir kurgu var. İşte beşinci kitabım yani polisiye serisinin üçüncü kitabı ‘Bakire’ diye bir kitap yazıyorum. Aynı ekibin başka bir macerası. Onun da sonlarına geldim ama onun daha çok işi var çünkü o bir gerçek hikâyeyle başlamış, onun üstüne kurgulanmış bir hikâye. Münevver Karabulut cinayetinin cinayetiyle başlıyor ve olaylar farklı yerlere gidiyor. Onun üstüne çok çalışıyorum şu anda. Onun dışında bir tiyatro oyunu yazmak istiyorum, onunla bu aralar kafam dolu. Ayrıca bir de şimdi bir çocuk kitabı yazıyorum. Benim bir çocukluk anımla alakalı, çocuklara yönelik dostluğu, arkadaşlığı, paylaşmayı, paylaşmanın gücünü, bir olmayı, birlik olmayı, bir mahallede mevcut olan gücün herkese eşit şekilde dağıtıldığında oranın nasıl bir cennet olabileceğini çocuklara böyle didaktik olmadan eğilerek, eğlendirerek anlatmaya çalıştığım bir kitap. Bir de aslında benim ilk yazar olurken, yazarlığa başlarken hayal ettiğim bir projem var, ‘Devrim Arabaları’ ile alakalı bir roman yazmak. Ama onun için iyice yazarlığım gelişsin diye bekliyorum. Bilindiği üzere üç tane devrim arabası üretilmiş. İşte bir tanesi bej olan Eskişehir'de, ben bizzat gittim gördüm, oradaki yetkililerle, hayatta olanlarla konuştum. Konuşmak istediğim adam maalesef vefat etti, ona da rahmet diliyorum. İşte bir tane de mavi araba var, o kayıp zaten, hurdaya ayrılmış. Bir de siyah araba var, işte o zamanki cumhurbaşkanının binip benzini bittiği için yolda kalan araba. Hazin bir hikâye ve o araba yok. Yani o kadar araştırdım, o kadar sordum, tarihçilere sordum, bu işi bilenlere sordum, oradaki yetkilere sordum, yok yani. Araba bir koleksiyoncuda saklıyor mu yoksa hurdaya mı gitti, denizin dibinde mi bilmiyoruz, kimse bilmiyor. İşte ben bunun üstüne bir gazetecinin gözünden bir kurgu roman yazmak istiyorum, gerçeklere sadık kalarak. Bir de kitaplarımın senaryoya çevrilmesi var. Yani projelerim bunlar aslında, bunlar için de elimden geldiği kadar çalışmaları sürdürüyorum.” (UĞUR TATAR)