Uzunca bir aranın ardından, tekrardan merhaba. “Sizleri o kadar çok özledim, o kadar çok özledim ki…” diyeceğim ama sakın inanmayın. Hiç özlemedim.

Çok ilginç günler geçirdim. Yolculuk safhası bile ilginçti. İstanbul – Viyana uçağına bindik arkadaşımla. Şaşırdık, bu uçak Viyana’ya gidiyor olamaz diye düşündük. Gitse gitse, Sivas’a gidiyordur herhalde dedik. Yurtdışı deyince, çok değişik şeyler bekliyorsun ya hani. Sanki oradakiler insan değil; yemiyor, içmiyor, hadi üçüncüsünü de siz tahmin edin. Yine de ellerinde çökelekler, Türkçe ile Almanca arasında (ne Türkçe, ne Almanca) konuşan abiler ve ablalar eşliğinde Viyana kapılarına dayanmak, değişik bir duyguydu.

Uçaktan inip pasaport kontrol noktasına doğru ilerledik. Ama hala inanmıyoruz Viyana’da olduğumuza. Sivas Cumhuriyet oldu galiba ve vize uygulaması başlattı diye düşünüyoruz. Konuşulan tek dil var, Türkçe. Tamam, dünyanın dörtte üçü su, geri kalanı Sivaslı ama… Havaalanından çıkıp, otobüsle Çek Cumhuriyeti’ne geçtik. Yolda otobüsü durdurup da, “huoop, nereye gidiyorsunuz la?” diyen olmadı ya la. Bildiğin böyle tuvaletten çıkıp, salona gider gibi, girdik Çek Cumhuriyetine. Biz bekliyoruz ki; yolda bizi durduracaklar, “neden geldiniz lan bizim ülkemize” diyecekler, pasaportumuzun sayfalarını didik didik edip, kuşkulu gözlerle bize bakacaklar falan diye. Olmadı hiçbiri. Hani dışarda tuvalete girip, işini bitirdikten sonra elini yıkamadan gittiğini gören, o hiç tanımadığın, hemen yanındaki pisuara işeyen adamın acayip bakışları vardır ya, o acayip bakıştan yapan bile olmadı.

Çek Cumhuriyeti’nde Biga’dan büyük olmasın bir kente yerleştim. Birkaç gün sonra, Prag’a geçtim. Hediyelik eşya satan bir dükkanda, Yusuf Güney’in “Korkuyorum sana baaaağlanmaktan” diye çığırmasını duyunca, bir irkildim. Bir oyun var bu işte, hala Türkiye sınırlarındayız, galiba hayal görüyorum deyip kendimden şüphelenmeye başladım. Hediyelik eşya satan dükkanda çalışan adamlara sordum, “Türk müsünüz?” diye... Adamlar Hintli olduklarını söylediler. İyi de Prag’da ne işiniz var la? Prag’dasınız madem, niye Yusuf Güney dinliyorsunuz?  Yusuf Güney felaketini de atlattıktan sonra, gecenin bombası dünyaca ünlü hamburgerli-patatesli dükkanda, yavaştan duyulmaya başladı. Çelik’ten ‘Meyhaneci’

Prag’da, yıllardır duymadığım şarkı, Çelik… La Çelik mi kaldı. Üstüne bir de Ege’den Delice Bir Sevda çalsaydı, kendimi en yakın hastaneye teslim ederdim sanırım.

İlk günler böyle garip geçti. Nerede olduğumu tam anlayamadan, ağzım açık sağa sola bakarak. Ama bir bira içmişim, bir bira içmişim anlatamam. 30 kuruşa bira mı olurmuş la. Var abi, 30 kuruşa bile bira var. En babası 2 lira.

Bu yaklaşık 7 aylık aradan sonra, ilk yazıyı pek toparlayamadım. Ne anlatsam, nasıl anlatsam diye düşündüm ama bağlayamadım bir türlü. Sanırım, maç kondisyonuna ihtiyacım var biraz. Oynadıkça, takıma adapte olacağımı düşünüyorum. Bu arada Çelik’e sevgiler. Eğer yayınımıza bağlanmak isterse…

Seriye bağlayınca, kolay gibi geliyor ama baya bir zormuş yazmak. Bu küçük bir merhaba olsun, haftaya görüşmek üzere.


banner983
Misafir Avatar
İsminiz
Yorum Gönder
Kalan Karakter:
Yorumunuz onaylanmak üzere yöneticiye iletilmiştir.×

banner376

banner375

banner377

banner981