“The Imitation Game” (2014) ile matematik dehası Alan Turing’in hayatından bir kesit sunan, hem etkileyici bir biyografi hem de nispeten başarılı bir dönem filmine imza atan Morten Tyldum, bu filmle “En İyi Yönetmen” Oscar ödülüne de aday olmuştu hatırlarsanız. Uluslararası piyasadaki ilk tecrübesinde böyle hatırı sayılır bir başarı elde eden Norveçli yönetmen, bu kez “Passengers” (Uzay Yolcuları, 2016) ile son zamanlarda artan “uzayda tek başına” temalı filmlere farklı bir bakış getirmeye çabalıyor. Ama tabii ki, bunu ne kadar başardığı tartışılır…
 
Uzayda Tek Başına
 
“Passengers”, Dünya’dan kurtulup yeni bir gezegende yeni bir başlangıç yapmak isteyen 5000 yolcunun içinden iki kişinin, Jim Preston ve Aurora Lane’nin hikâyesiyle baş başa bırakıyor bizi. İşte bu ikili, 120 yıl sürecek bir yolculuğun 30. yılında “kaza eseri” uyanıyor ve bir daha uyuyamıyorlar! Neden onların yerine bir başkası değil, bilemiyoruz. Ya da şöyle de sorabiliriz: neden sadece onlar? Ama film bu tarz sorularla hiç ilgilenmiyor ve olay örgüsünü inandırıcı olmayan tesadüfler zinciriyle örmeyi tercih ediyor. Bu tercih sayesinde, süre doğrudan mizah ve aksiyona saklandığı için seyir zevki anlamında olumlu bir sonuçla karşılaşıyoruz. Ama öte yandan, hikâye derinlikten yoksun bırakılıyor ve karakterlerin her zor durumdan bir “tesadüf” sayesinde kurtulmaları da fazlasıyla rahatsız ediyor.
 
Klasik bir “uzayda tek başına” hikâyesi gibi başlayan filmde, bu sefer alıştığımızın aksine bize bir değil, iki başkarakter sunuluyor. Böylece hem karakter yaratma konusunda erkek egemen yaklaşımdan kaçınıp daha dengeli bir tablo çizilmeye çalışılırken, aynı zamanda bu hayatta kalma macerasına aşk sosu da eklenmiş oluyor. Fakat filmi seleflerinden ayıran bu dokunuşların pek başarılı olduğu da söylenemez. Aşk unsurunun son derece sığ bir şekilde işlenmesi bir yana, mesela kadın karakterimiz çok önemliymiş gibi gösterilmesine rağmen fazlasıyla edilgen bir şekilde ele alınıyor. Film boyunca kadının, sırf hikâyede erkeğin konumunu güçlendirmek için eklendiğini düşünmemek elde değil. Bu yüzden Aurora’ya hayat veren Jennifer Lawrence elinden gelenin en iyisi yapsa da ortaya pek tatmin edici bir sonuç çıkmıyor. Ama Jim’i oynayan Chris Pratt, karakterinin çok daha iyi yazılmasının da yardımıyla akılda kalan bir performans sergiliyor; özellikle Aurora hikâyeye dâhil olmadan önce, filmi tek başına sırtlanma işini başarıyla yerine getiriyor. “Prometheus” (2012) ve “Doktor Strange” (2016) gibi filmlerin yazar kadrosunda bulunan Jon Spaihts, çok fazla eski fikri, yeni fikirlerle birleştirmeye çalışıyor ama sonunda burun kıvırdığımız klişelere teslim olmaktan kurtulamayan, kolaj bir senaryo ile karşımıza çıkıyor.
 
Romantik Bilim-Kurgu Denemesi
 
Morten Tyldum ise uzay gemisini dışardan gördüğümüz sahnelerde bol bol tekrar ile hayal kırıklığı yaratırken, iç mekândaki çekimlerde ortaya koyduğu iyi işle bu eksiğini bir ölçüde kapatıyor. Yönetmen, hem geminin içerisindeki yalnızlığı ve karamsarlığı güçlendiren mekân kullanımı, hem de karakterlerimizin ruh hallerini somutlaştıran çekimler ile bizi görsel anlamda etkilemeyi başarıyor. Hatta uzay gemisinin iç tasarımlarında “2001: A Space Odyssey” (1968) filmine yapılan göndermeler de oldukça hoş bir detay olarak hafızalarımıza kazınıyor. Hâsılı “Passengers” filmi, özenli ama kusurlu bir şekilde dizilmiş domino taşlarına benzetebiliriz. Zayıf olay örgüsü, sık sık hikâyeden kopmalar, tempo düşüşleri, gereksiz sahneler ve iyi yazılmamış karakterler gibi birçok sorununa rağmen “Passengers”, sıkılmadan izlenecek bir romantik bilim-kurgu denemesi olarak hatırlanabilir.
banner983
Misafir Avatar
İsminiz
Yorum Gönder
Kalan Karakter:
Yorumunuz onaylanmak üzere yöneticiye iletilmiştir.×

banner376

banner375

banner377

banner981