ABDÜLHAMİT, HİLÂFET VE MEŞRUTİYET
X
Osmanlı Devleti bir İslâm devletiydi. Halk; Abdülhamit gibi şefkatli, merhametli ve istemiyerek uyguladığı istibdat idaresiyle yönetilmekteydi. Abdülhamit; devleti; büyük dirayeti, yerinde siyaseti, Avrupa devletlerinin aleyhimizde tecelli eden her türlü tavır ve hareketleri karşısında; büyük zekâsıyla başarılı bir şekilde yönetmekteydi. Batı’nın her türlü kirli ve sinsi, siyasî ve fiilî teşebbüslerini mümkün mertebe boşa çıkarmasını bilen; bir ulu padişah ve bir gök sultan idi. Bütün menfî ortam ve şartlara rağmen, vazife ve görevini başarmasını bilmiş. Çekirdek vatan Türkiye’nin; kendisinden sonra kendini savunabilecek imkân ve şartları da hazırlamak basiretini göstermiştir. Bunlardan biri olan ve muhabereyi / haberleşmeyi sağlayacak telgraf hatlarıyla ülkeyi baştanbaşa donatmasıdır. “Muhaberesiz muharebe olmaz.” “Haberleşme olmadan savaşılmaz.” gerçeğinin icaplarını yerine getirerek; İstiklâl Harbi’nin temel alt yapısını da hazırlamıştır.
Abdülhamit, hem padişah hem halife idi. İstemiyerek de olsa idare şekli, -maalesef- istibdat yani baskı rejimiydi. İşte bu durum; İslâmı lekedar ediyor; İslâm’da istibdat olduğu intibaını veriyordu. İslâm’ın benimsemediği, asla istemediği bir rejim tatbik edildiği için, istibdat İslâm’a mal ediliyor, böylece İslâm yanlış bilinmiş, yanlış anlaşılmış oluyordu. İstenmeyen, benimsenmeyen bir idare tarzını; mahiyetinde bulundurması yüzünden; Osmanlı Devleti; İslâm Devleti’nin şanına yakışmayan bir görüntünün merkezine oturtulmuş bulunuyordu.
Yani Osmanlı Devleti; İslâm’ın istediği ve İslâm’da yeri olan seçme, seçilme, istişare, müşavere, meşveret; kısaca Meclis ve Parlâmento’dan mahrumdu. İslâm’ın 14 asır evvel öngördüğü hususlara yer vermiyor, uygulanmasına imkân tanımıyordu. Batı ise, İslâmın asırlarca önce yer verdiği, işaret ettiği ve benimsediği seçme, seçilme ve meşvereti; başka isimler altında uyguluyordu. Fakat Osmanlı Devleti bu hususlardan çok uzaktı. Bütün bunlar; dünya devletlerinin Osmanlı’ya bakışında menfî ve olumsuz bir rol oynuyordu.
Osmanlı Devleti dünyaya ayak uyduramadığından; kendi aydınları tarafından uyarıldı. Meclis oluşturulması gerektiğine işaret edildi. Binaenaleyh, adalet ve hürriyet için, büyük çaba gösterildi. Nitekim adalet, hürriyet ve millet hakimiyetine olan zarurî ihtiyaç; Osmanlı Devleti’nin klâsik hâliyle hayatını devam ettiremiyeceğinin de işaretlerini verdi. Bir an evvel “Hakimiyet bila kayd ü şart (kayıtsız şartsız) milletindir.” hükmünün hükümferma olması, yürürlüğe konması istendi. Bu da tarihimizin yeni bir dönemeçte olduğunun bir göstergesi oldu.
İşte bunun için, Meşrutiyet yani Cumhuriyet ve Demokrasi’ye doğru, daha önce atılmış olan adımlarını daha da sıklaştıran Osmanlı Devleti; Cumhuriyet ve Demokrasi mecrasına oturtulmak istendi. Ve bunda muvaffak da olundu. İşte bu yüzden Türk Milleti; klâsik hâline yeni bir çehreyle devam etmek mecburiyetini; sonunda cumhuriyetle gerçekleştirdi. Çünkü artık “Eski hâl muhâl (imkânsız). Ya yeni hâl ya izmihlal (çöküş ve yıkılış).” Türk Milleti verdiği şanlı ve destansı istiklal savaşı sonunda; Cumhuriyet’i ilân etmiş. İnancının da gereği olan yeni rejimi kurmuş. Devam ettireceğinin de sinyallerini vermiş oldu. Nitekim, bu yeni hâl üzre yoluna devam etmektedir.