Bir yazı vardı internette geçenlerde; Avrupa, dünya nüfusunun yüzde 7’sini, milli gelirinin yüzde 25’ini ve sosyal harcamalarının yüzde 50’sini oluşturuyormuş.
Düşünün, her 100 kişiden 7’si Avrupalı, üretilen mal ve hizmetlerin dörtte biri onlardan ama sağlığa, eğitime vs. harcamaların yarısını da onlar yapıyor. Diğer yarısını da kalan yüzde 93…
İşte Avrupa bu… Bizim on yıllardır öykündüğümüz, aralarına bizi de alsınlar diye çırpındığımız, Tanzimat’tan beri ulaşmak istediğimiz muasır medeniyet…
Niye anlatıyorum bunları? Geçen hafta Londra’daydık… Muazzam bir şehir, büyük, kalabalık ancak müthiş bir organizasyon var.
Ulaşımı gözlemledik hemen… Bence uygar olmanın birinci koşulu… Tren, metro, otobüs, Thames nehri kıyısında tekneler… Hepsi dakik ve düzenli çalışıyor.
Trenlere dikkat ettik. Londra ve çevresinde tam 366 tren istasyonu varmış. Bizim Haydarpaşa, Sirkeci misali büyük istasyonların sayısı ise dokuz; St Pancras, Kings Cross, Waterloo, Paddington, Victoria, London Bridge, Marylebone, Liverpool Street, Fenchurch…
Haa, bizim istasyonlar kapalı, banliyö hattı iptal, İstanbul’dan Ankara’ya trenle gidemezsiniz o başka…
Zaten Bandırma’ya kadar gelmiş tren hattını, yıllardır Biga’ya, 150 kilometre ötedeki Çanakkale’ye getiremediysek ve ufukta görünmüyorsa, geçiniz… Bu kentin 100 yıldır seçilmiş onlarca vekili neler yapmış diye merak ederim hep…
Uçağı zaten boş verelim, İstanbul hattı gelecek derken, Ankara da azalıyor, seferler kör saatlere alınıyor.
İnsanlar yıllar ve yıllar boyunca Çanakkale’den İstanbul’a gemiyle gidebilmişler ama yıl 2014 ve biz gidemiyoruz.
Yıllar önce Çanakkale Boğazı’ndan geçip İstanbul’a gemiyle gidenlerden biri de kim biliyor musunuz? Meşhur Andersen Masallarının yaratıcısı İsveçli Hans Christien Andersen… 1841 yılında (173 yıl önce) boğazdan geçip İstanbul’a varmış.
Andersen, denizyoluyla yaptığı Avrupa yolculuğunu 1842’de kitaplaştırmış. Yapı Kredi Yayınları’ndan “İstanbul’da İki İskandinav Seyyah” adıyla yayımlandı.
Sizlere, “Dardanel” adlı bölümden bir-iki pasaj aktarayım:
“Sabahın erken saatlerinde Çanakkale Boğazı’na, yani eskinin Hellespont’una girmiştik. Avrupa yakasına da bir kent kurulmuştu. Bu kentte tanrı için tek, mideler için ise pek çok tapınak olduğunu gösterircesine tek bir minare ve beş tane yel değirmeni vardı, kentin gerisinde güzel bir kale yükseliyordu.
Asya yakasında da bunun bir benzeri yer alıyordu, aralarında uzaklık bana bir buçuk deniz miliymiş gibi geldi. Her iki kıyıda da taşlı yokuşlar ve yeşil tarlalar göze çarpıyordu. Asya yakası daha cana yakın, daha yaz havasındaydı; burada yeşil tarlalar ve gür yapraklı ağaçlar uzanıyordu.
İki kıtanın sahilleri arasındaki uzaklık bana pek de fazlaymış gibi gelmiyordu, havanın da açık oluşu sayesinde, kıyıdaki her bir çalıyı, her bir canlıyı çıplak gözle seçebiliyordum; her iki kentin de incecik minareleri, çiçekli bahçelerin içinde kahverengi çatılı evleri vardı.”
Görüyorsunuz, nereden nereye…