
Aslında tanınmasını Matt Damon ve Ben Affleck ikilisinin senaryosunu yazdığı “Good Will Hunting” (1997) filmine borçlu olsa da Gus Van Sant’ın kariyerindeki en iyi iş; eğitim sistemini, gençliği ve insan doğasındaki şiddet eğilimini başarıyla sorguladığı “Elephant” (2003) filmidir. Gus Van Sant’ın kendine has imzasını taşıyan gergin atmosferiyle film, amacına ulaşarak seyirci de rahatsızlık hissi uyandırmayı başarır. Zaten gerçek bir Gus Van Sant filmi demek, bir anlamda seyircinin oturduğu koltukta rahatsız olup kıpırdanması demektir. Kariyerindeki 16. uzun metraj film olan “The Sea of Trees” (Sonsuzluk Ormanı, 2015) ile yönetmen, bizi sıradan gibi gözüken ilginç bir hikâyenin içine sokuyor ve bunu yaparken de epeyce rahatsız ediyor.
Geçmiş ve Şimdi Arasında
“The Sea of Trees” filmi özünde iki farklı hikâye üzerine kurulmuş. Bu hikâyelerden ilkini Japon kültüründen ve efsanelerinden beslenen orman kısımları, ötekini ise Amerikan aile geleneğine ve kadın erkek ilişkilerine odaklanılan evlilik hayatı kısımları oluşturuyor. Fakat bu iki hikâye, paralel bir şekilde ilerliyor. Böylece biz, sık sık “geçmiş” ve “şimdi” arasında gidip geliyoruz. Aslında bu da filmin bence en büyük sıkıntısını oluşturuyor. Zira bu geçişler doğru anı yakalayamadıkları ve son derece kaba oldukları için hikâye akışına zarar verip tempoyu düşürüyorlar.
Japon Efsanelerinden Avrupa Masal Kültürüne
Filmde başkarakter olarak belirlenen iki insandan, birinin Amerikalı bilim adamı, diğerin ise Japon bir işçi olduğunu görüyoruz. Bunun yanında, mekân olarak da Amerika’nın kaotik şehir hayatı ve Japonya’nın büyüleyici ormanları tercih edilmiş. Amerikan hayatının anlatıldığı kısımlar pozitivist bir bakışla ele alınırken, Japon ormanlarında geçen hikâyede efsanelere has mistik bir bakış açısı kullanılmış. Tabii bunların hepsi aslında filmi -ve doğal olarak bizi- finale hazırlamak için yapılmış. Zira filmin bu iki kültürü harmanlamaya çalıştığını ve bunu inandırıcı kılmak için elinden geleni yaptığını söyleyebiliriz. Japon efsanelerine, Avrupa masal kültüründen ögeler ekleyerek farklı bir tat yakalandığını yadsıyamayız. Fakat bu mayanın tam anlamıyla tutmadığı da bir gerçek! Japonya’da geçen ve Japon kültüründen beslenen bir film için çok Amerikan’vari olan “The Sea of Trees”, yardıma muhtaç bir Japon’a yardım eden Amerika’lı figürüyle de pek masum bir alt metin barındırmıyor. Her şeye karşın filmin mistik ve masalsı atmosferi yakaladığını rahatlıkla söyleyebiliriz. Tabii bunda yönetmen Gus Van Sant’ın orman sahnelerindeki özenli ve atmosferi güçlendiren başarılı çekimlerinin payı büyük. Masalsılık korunurken gerilim filmlerine has karanlık taraf da filme ustaca yedirilmiş. Birçok sahnede başkarakterlerin içinde bulundukları çaresizlik, bizi rahatsız etmeyi başarıyor. Bu da filmin en büyük artılarından biri oluyor kuşkusuz.