Yolculuğum ne yazık ki her zamankinden kısa sürdü, zira kafasına çorap geçirmiş bir grup troleybüsü durdurup ellerindeki kalaşnikofları bize doğrulttular. Aşağı inerken, bu birbirine hiç benzemeyen adamlara göz attığımda o gün maça gelmeyen oğlanın da aralarında olduğunu fark ettim. O kadar şaşırmıştım ki, üst üste iki kez sormaktan kendimi alamadım: “Sljuka, sen misin?”
Mahcubiyetten, çorabın gerisinden sesini çıkaramadı.
Şaşkınlığım bir süre devam etti. Normal şartlarda maçtan sonra karşılıklı bira içip sohbet edeceğim arkadaşım, bindiğim troleybüsü basıyor ve gerçek bir terörist olarak karşımda dikiliyordu. Bu akıl almaz temel değişikliği nasıl açıklayacağımı bilemiyordum.
Ne var ki etrafımda benzeri tipler çoğaldıkça –Sljuka gibi çorabı ayağı yerine kafasına giyenleri kastediyorum- durum açıklığa kavuştu. Troleybüs olayının ertesi günü, haberlerde Radovan Karadziç konuşuyordu. Öyle yakası açılmadık yalanlar söylüyordu ki…
Bu satırlar Bosna’da yaşanan o acımasız savaşla ilgili bir kitaptan… Aşırı milliyetçiliğin bir toplumu nasıl parçaladığını, maç yaptığın, birlikte eğlendiğin kardeşlerinin sana nasıl silah doğrulttuğunu anlatıyor.
Türkiye de yaşadı bunları... Akşam canciğer komşun, sabah düşmanın oldu.
Anadolu’da Türklerle yan yana, kardeş ve komşu olarak oturan Rumlar nasıl kışkırtıldı. Dido Sotiriyu’nun ”Benden Selam Söyle Anadolu’ya” kitabında bu konuyu çok güzel işler… 15 - 16 Eylül Olayları’nı, Kahramanmaraş’ı Çorum’u da hatırlayın. Düşmanlıktan medet umanların oyunlarıydı bunlar. Hala görev başındalar.
Bakın Suriye’ye durup dururken, kardeş kardeşle nasıl savaştırılıyor. İşin içinde biz de varız.
Hepimizin en büyük korkusu, toplumda nifak tohumları ekilmesi, bayram tadında kardeşçe yaşayan toplumun milliyetçilik damarını kabartarak birbirine düşman edilmesi…