İki hafta önce anneannem hakkında bir şeyler yazdım. Yazsam mı, yazmasam mı diye baya bir düşündüm, ama en sonunda yazdım. Bigazete’de geçen hafta cuma günü yayınlandı. Daha anneannem hakkındaki yazım, bigazete.com.tr’de paylaşılmadan, cuma günü anneannem vefat etti. Tesadüf müdür, yoksa başka bir şey mi...? Üç yıl boyunca anneannem hakkında bir şeyler yazmak istiyorum ama yazamıyorum, yazdığım hafta ise anneannem vefat ediyor. Nasıl bir durumdur bu, gerçekten adını koyamıyorum.
Şu an içimde yazmaya karşı aşırı bir isteksizlik var. Bu isteksizliğin tek nedeni, benim yazımdan sonra anneannemin vefat etmesi değil, ölüm sonrası cenazeye gelen insanların ağızlarındaki o klasikleşmiş laflar, tavırlar da bunda etkili. “Yalan dünya… Hepimiz bir gün göçüp, gideceğiz.” Adam zengin, hani serveti kolay kolay bitmez yemeyle.(ki bu tipte cimri bir insanın serveti, cidden bitmez kolay kolay yemeyle) Yaşı 60 -65 arasında, ama hala çalışıyor. Bugüne kadar yapamadıklarını yapmak yerine veya yeni bir şeyler keşfetmek yerine hala çalışıyor. Bugüne kadar yemediğin bir yemeği, ilk defa deniyor olmak bile bir keşiftir. Ama adam sanki hiç ölmeyecekmiş gibi yaşıyor. Çalışıyor, yalnızca çalışıyor. Belki şu an, senin için son nokta. O biriktirdiğin paralar, aldığın evler–arabalar, senin o hıyar oğlun ve kızına kalacak. Sen de bu dünyaya bir defa geliyorsun, onlar da. Ama sen kendini ihmal edip, onlar için birikim yapmaya çalışıyorsun. Sonrasında da bana gelip, “dünya gelip geçici” diyorsun. Ben sana, ne diyebilirim, ne yapabilirim, gerçekten bilmiyorum. Ama ben dünyanın gelip geçici olduğunun, en azından sana göre daha da farkındayım.
Gerçekten düşündüğümüz kadar önemli miyiz, dünyanın devamlılığı için. Yani biz binmesek, o otobüs kalkmayacak mı? Hep kazanmak veya haklı olmak zorunda mıyız? Ya da, hepimiz bir şirkette üst düzey yönetici mi olmalıyız? Savaşıyoruz, durmaksızın savaşıyoruz. Bazen başkalarının mutsuzluğuyla mutlu oluyoruz. Mesela ben… İyi biri miyim, sanmıyorum. Ama çok da kötü değilim galiba. Bunu kendimi övmek, ben her şeyin farkındayım demek için söylemiyorum ama biliyorum, ben olmasam da, o otobüs kalkacak. Ya da o sinek, bir başkasını sokacak.
Hastalıkta sağlığı, ölümde hayatı hatırlamak… Hayatın nefes alıp–vermek dışında bir şey olduğunu az çok algılayabilmek için, illa birilerinin ölmesi mi gerek. Gerçi ölümle bu “az çok farkındalık” durumunu yaşayanların farkındalıkları, akşam eve gidip, kuru fasulye–pilav yiyene kadar.
Her neyse… Bir yakının öldüğünde ilk başta tam olarak algılayamıyorsun ne olup bittiğini. Normal şartlarda bir odada yalnız başına bırakamayacağın birisini toprağın altında bırakıp, eve dönmek… Sonrasında her şeye olduğu gibi devam etmek, kuru fasulye yemek, uyumak, uyanmak falan. Çok garip.