Yine bir hayat
Dudaklarım oldukça kurumuş. Üst dudağım alt dudağıma bir yükmüş gibi sanki. Alt dudağım ise tüm bu yüklerle çenemi yoruyor. Bir çift göz yaklaşıyor, gözlerime. Gözlerimizin arasından rüzgar geçip gidiyor. Gözlerini kırpıştırıyor. Dudaklarımda bir ıslaklık. Dalgaları dinliyorum tekrar. Dalga seslerine bir ses karışıyor ve 'Seni seviyorum' diyor, bir kez daha. Biraz önce kulağıma fısıldayan sesten daha cansız ve uyarılmışlığı bol bir şekilde, teslimiyet ile. 'Biz olabiliriz' diyor, 'Eğer istersen.' Ve on altıncı yaşımdayım. On beş ve üstü katlı evlerle oluşturulmuş bir sitede. Camı açıyorum, gökyüzünü görmek için. Gökyüzü o kadar uzak ki. Daha evlerden dolayı bile zar zor görüyorken, çok çok uzak olmalı diye düşünüyorum. Hava biraz yağmurlu. Üzerimde ise bir şey yok. Yağmur damlacıkları çarpıyor göğsüme. Başlarda tuhaf hissediyorum kendimi, gusül abdesti almanın nasıl bir şey olduğunu babasının kendisine gösterdiği bir çocuk gibi. Sonrasında hoşuma gidiyor, damlacıkların göğsümden aşağıya doğru süzülmesi. Göbek deliğimde biriken suyla oynuyorum. Arkamdan bir ses geliyor, ' Değişik hareketler yaparak çağrışımlar yapmana gerek yok. Eğer sıkıldıysan gidebilirsin' diyor.
Gidiyorum, on yedinci yaşıma. Bir bahçedeyim. Yeşilin tüm tonları var. Televizyon, cep telefonu, bilgisayar ne kadar da hayatımızın içindeler. Oysa o kadar soyutlar ki. Geçmiş zamanları düşünüyorum. Onların olmadığı zamanlarda var olmayı merak ediyorum. Sırf yeşile doyarak bile mutlu olabilirdik. Tüm bu soyutlar mutlu etmiyorken. Arkadan bir ses geliyor, 'İşte burası da bizim. Eğer istersen bu gece burada kalabiliriz' diyor. Bu geceyi düşünüyorum. Yarın, 'dün gece' olacak ve geçmişte bir yerde hiç yaşanmamışcasına öylece kalacak.
Okuldayım. Dersleri hiç sevmiyorum. Çünkü çok yüzeysel geliyorlar bana. Derinlikleri yok. Divan edebiyatı şiirlerinin nazım şekillerinden çok duygu yoğunluklarını merak ediyorum. Ama hiç bahsedilmiyor. Bu yüzden okulu hiç sevmiyorum. Boş gözlerle etrafa bakınırken, takılıp kalıyorum. Gerçekliğine inanasım gelmiyor. Gerçek olamayacak kadar farklı bir şey sanki. Belki başkaları için öyle değildir, olmasın da zaten.
Sonra onu tanıyorum. Belki de bugüne kadar kimsenin onu tanıyamadığı kadar. Ve beni tanımasına izin veriyorum, bir başkasının beni tanımasını istemediğim halde. Kokularımız birleşiyor. Üzerine sinmiş kokumu ayırt edebiliyorum, kokusundan ve onun kokusunu daha bir kuvvetli çekiyorum içime. Arkadan bir ses geliyor, 'Keşke başka bir zamanda karşılaşsaydık. Aradan çokca yıl geçmiş olsaydı. Ama şimdi gitmeliyim' diyor. Dönüp, 'Gitmesen olmaz mı?' diyorum. 'Olmadı, gitmem gerek' diyor. 'Eğer gitmen gerekiyorsa, gitmelisin' diyorum. Sonra geride kalanlar geliyor aklıma. 'Git' demeleri. Aslında öyle demek istemediklerini anlıyorum, gecikmiş olsa da.
Başka bir şehre ve on sekizinci yaşıma gidiyorum. Bir arkadaşım, 'İyi ki doğdun, on dokuzsun' diyor. Şaşırıyorum. Koca bir seneyi geçirmişim, hayatı erteleyerek. Hata yapmışım diyorum. Ben her ne kadar hayatı ertelediğimi zannetsem de hayat getireceklerini getirmiş, hem de hiç ertelemeden. Zamanın akıp gidişinin önünde durulamayacağını anlıyorum. Ve yine geç de olsa. Telefonuma bir mesaj geliyor, 'Dün gece rüyamda seni gördüm, aklıma geldin. Bu arada iyi seneler' yazıyor. Sen benim aklımdan hiç çıkmadın ki, on yediden sonra yazmak geliyor içimden.
Yazamıyorum. Ondokuzuma girmişim. Şaşıyorum.