“Traffic” (2000) filminin Oscar’lı senaristi Stephen Gaghan’i, aslında George Clooney’in başrolde oynadığı “Syriana” (2005) filminden tanıyoruz. Senaryosunu yazıp yönetmenliğini üstlendiği bu ikinci filmden sonra uzun süre ortalarda gözükmeyen Gaghan, sinema dünyasındaki sessizliğini bozduğu “Gold” (Altın, 2016) ile ilk kez senaryosunu kendisinin yazmadığı uzun metraj bir filmin yönetmen koltuğuna oturuyor.
Sıfırdan Zirveye Doğru
Filmde, dedesinin tırnakları ile kazıyarak kurduğu, babasının “büyük oyuncular” arasına soktuğu aile şirketini batıran Kenny Wells’in, tekrardan yükselmek için varını yoğunu ortaya koymasını izliyoruz. İşte filmin temeli de bu “yükselme” hikâyesi üzerine kuruluyor.
Hollywood, hiçbir şeyi olmayan ya da her şeyini kaybetmiş olan insanların “yükselme” hikâyelerini anlatmaya bayılır. Zira bu tarz hikâyeler, “Amerikan Rüyası”nı pompalamak için çok güzel bir fırsattır. Ama aynı zamanda, insan azminin nelere kadir olduğunu göstermesi bakımından da oldukça ilgi çekici bir yapıya sahiptir. Şunu da belirtmem gerekir ki, sıfırdan başlayıp başarı merdivenlerini yavaş yavaş tırmanan insanların hikâyelerine karşı her daim büyük bir ilgi duymuşumdur. Bu yüzden “Gold” filminin beni büyük bir ikilemde bırakarak rahatsız ettiğini itiraf etmem gerek.
Mesele Sadece Altın Değil
Meselesi “altın” olan bir filmin rahatsız edici olmaması da pek mümkün değildir. Sonuçta herkesin bildiği -ama umursamadığı- bir gerçek var; bu değerli madene kavuşmak ancak büyük bir sömürü düzeninin peşi sıra gerçekleşebilir. Eğer film, meselenin arkasındaki bu bozuk düzeni gösterirse, biz sömürünün ifşasına maruz kaldığımızdan dolayı vicdani bir rahatsızlık çekeriz ki bu oldukça normal bir durumdur. Ama bu bozuk düzen gösterilmediğinde, gizlendiğinde ya da başka bir şeyle maskelendiğinde duyduğumuz rahatsızlık farklı bir boyuta ulaşır. Zira bu türden bir “altın” hikâyesinin “masum” bir alt metin barındırdığını düşünmemiz imkânsızdır! “Gold”, yukarıda bahsettiğimiz bu sömürü düzenine ve madencilik şirketlerinin entrika dolu çatışmalarına dair bazı şeyler gösterse bile bunu çok yüzeysel bir şekilde ve etliye sütlüye karışmadan yapıyor.
Ama gerçek olaylardan esinlenen bu biyografik film, aynı zamanda bir insanın rüyasının peşinden koşarken kazandıkları ve kaybettikleri üzerine samimi bir hikâye çıkarmayı da başarıyor. Bu yüzden her ne kadar anlattığı hikâyeyi rahatsız edici bulsam da “Gold” filminin Wells’in insanlarla ilişkilerini, gelgitlerini ve değişimini başarılı bir şekilde verdiğini yadsıyamam. Anlayacağınız “Gold”, rahatsız edici hikâyesi göz ardı edilerek izlendiğinde, keyif ve belki de umut veren bir “yükselme” hikâyesi olarak en azından şans verilmeyi hak ediyor.