Evet evet ben de çoğu insan gibi başarısızlığımın sebebini; başka yerlere, insanlara ve de haddimi aşıp, abartarak başka bir şehre atmaya çalışıyordum. Oysa ki Çanakkale’nin ve Çanakkaleli’lerin olanlarda hiç bir suçu yoktu. Pekala bende lise son sınıf ve önceki yıllarda aylaklık yapıp drama atölyesi, sinema atölyesi gibi yerlere gitmek yerine, “bir öss’yi kazan sonra, onları da yaparsın” düşüncesine boyun eğip dershaneye gidebilir, etütlerde soru bankalarını hırpalayabilirdim.
Fakat yapmamıştım. Ya da yapamamıştım. “Ben sisteme boyun eğmem arkadaş” diyip liseli ateşiyle kendi bildiğim(ki bilip bilmediğim şüphelidir) yolda gitmeye karar vermiştim. Ailem ise bu duruma ses çıkarmıyordu. ‘Nasıl olsa ertesi sene dershaneye gidip, bir yerlere girer’ diye düşünüyorlardı.
“Çalışsa yapabilirle” anılan bir öğrenciydim. Kendimi övmek gibi anlamayın bunu ama, ben çalışmadan yapabiliyordum aslında. Çalışınca yapamıyordum. “Çalışsa yapabilir” olan durumum çalışınca “heyecanını yense yapıcağa” dönüşüyordu; ki şu an itiraf ediyorum, o heyecan değildi. Yapamayınca heyecanlandım yalanıydı.
Yani her şeyin sebebi bendim. Her ne kadar suçu başkalarına atsam da bendim. Deniz var diye Çanakkale 18 Mart Üniversitesini tercihlerimde ilk sıraya yazmıştım. Fakülte Biga’daymış. Bir haritaya, vikipedi’ye bak.
Araştır. Ama yok. Her şeyi biliyorum ya. (Şu an sağ elimi aşağıya doğru indirip baş parmağımı ikinci ve üçüncü parmaklarımın arasından çıkartıp kendime doğru çevirerek; aaal işte baksana yapıyorum.)
Evet evet her şeyin sebebi bendim. Hiç çalışmıyordum. Bu da yetmezmiş gibi bir de sevgili saçmalığı vardı. Tüm her şey aleyhimeyken, nasıl da ders çalışabilirdim ki. Sabah dörde kadar telefonla konuşup, yedi yirmide yetişmem gereken bir ders olduğunu düşünürsek, okuldan geldiğimde saatlerce uyumam çok doğaldı.
Liseli ateşinin yanına bir de aşk ateşi eklenince tehlikenin boyutları artıyordu. Ama olsundu. Ne olursa olsundu. Cekum hep yanımda olacaktı ya, ne olursa olsundu. Ama olmadı.
Arada durumun tehlikesini farkedip televizyonda duyduğum “bir hiç olsam yine de sever miydin beni” şeysini aklıma getiriyordum ve Cekuma telefonda konuşurken alttan alttan; “hiç bir şey olamasam bile benim yanımda olur musun” diye soruyordum.
O da; “Saçmalama, ben seni... Of işte söyletme; seviyorum. Ne olursa olsun seninleyim” diyordu ki işte o an beni hiçbiriniz tutamazdınız. Bunları duyan ben coşuyordum ve çıplak ayaklarımı yukarıya kaldırıp birbirine sürtüştürerek küçük bir yaramaz oluyordum.
Ve bütün bunları yaparken; “Bak bu sene senin için çok önemli, çalışmalısın” diye telkinde bulunanlara “ööf yea, püüf yea” diye sitemde bulunuyordum. Neticesinde hiç çalışmadan Kamu Yönetimini kazanmıştım ve kayıt için Biga’daydım. Kayıt sırasında gördüğüm manzaradan mutsuz olup “ööf yea, püüf yea” diye kendi kendime sitem ediyordum artık. Çalışsaydın arkadaş. Tutan mı vardı seni. Ama olur mu hiç. Suçlu başkalarıydı.
Kusura bakma Cihan Engin’cim ama “nah” başkalarıydı. Ama olan olmuştu. Babam ve Engin Abi’yle Biga’ya geliyordum; bu kez kalmak için. Yoldayken araba camından dışarıya bakıp; yaşananların muhakemesini yaptım.
Çalışabilirdim. Tercih yapmayabilirdim. Üstelik artık bir sevgilim de yoktu. Yalnızdım. Daha da yalnızlaşacaktım.
Ve Biga’daydık. Arabayı park ettikten sonra eşyalarımı pansiyona yerleştirip köfteciye gittik. Köfteleri yedikten sonra arabanın yanına gittiğimizde babam beni öpüp sarılarak; “Biz gidiyoruz artık” dedi.
Donakaldım. Hiç beklemediğim bir şeydi bu. Şimdi nasıl anlatabilirim bilmiyorum ama, o an ilk defa bir şeylerin değiştiğini anladım. Babam ve Engin Abi arabaya bindiler. Ben de kulaklığımı takıp; “Bilemedim kıymetini, kadriniyi” açıp, giden sevgilinin değil de kaçan hayatın ardından salya sümük el salladım.