İnsanı melenkoliye sürükleyen, depresif bir oluşumu başlatan; eşyaya küskünlük, yaşamın bir mecburiyete indirgenmesidir. Oysa eşya ve yaşam bize fırsatını bildiğimiz durumda sonsuzluğun anahtarıdır. Fakat yaşama meftunluk, eşyaya uluhiyet atfetmek, tefrit noktasında bir çıkıştır ve cehenneme kapı aralar. Sırat-ı müstakimi sağlamak içinse muhakkak yol Allah’ın kelamı “Kuran” ve Peygamberimizin yaşamıdır.

Eşyayla olan diyaloğumuzu bir fikirde silmek, fark etmeden kendi silikleşmemizi de beraberinde getirir. Yaşama amacımızı bilmekten ziyade onun karşısında durmak, realiteleri değiştirmez ve bunun aksine insanı hayallerine sürgün eder. Bu ise ruhun zinanı ve gerçeğe duyulan kıskançlıktır. Gerçeği oluşumuyla yaşamak yerine düşmanlaştırmak hayal kurmayı tetikler ve kurulan her hayal insana kırıklıklarıyla, yıkıntısı ve çöküntüsüyle gelir. Ruh bu denli enkazın altından çıkmaya çalışır. Sıkıntısının farkındadır ve her harekete muhatap olanın da yaptığı gibi, bir arayışla dolup taşar. Ruh arayışı özünde bulur ve öz ruh için Kalu Bela’dadır.

Bir başlangıcın ve bitişin farkında olmak ve bitişin bir başlangıca gebe olduğunu bilmek bir farklılıktır. Her huzurun sonunun olduğunu bilmek ve her biten huzurla yeni bir huzuru beklemek, ruhun nimetle muhabbetidir. İnsanın ve eşyanın veya metafizik bir varoluşun muhabbeti kaçınılmazdır; çünkü bunların yaratılışından gelen bir durumdur bu. Eşya insanın emrine verilmiştir. Bu görüntünün ardında insanın engelleyemediği bir etkileşim söz konusudur. Bu etkileşim, bir farkındalık sonucunda fayda sağlar ve nimetlere nimet gözüyle bakabilmeyi, diyalog kurabilmeyi, varoluşunu temellendirebilmeyi ve ruhtaki boşlukları doldurabilmeyi başarır.

Yani ruhun erişmeye çalıştığı nokta bir huzur köşküdür. Aklın ötesinde başlamış ve sona erecek bir yolculuktur bu. İnsanın ete bürünmüş bir iskelet olmadığına kanıttır. Ruh yaşadıkça yaşam tarzı bellidir. Huzursuzluğa bürünmüş, bir sıkıntı denizinde boğulmakta olan ruh yaşamakta zorlanır. Bir beden gibi yanar, düşer, kalkar, acı çeker ve bir beden gibi ölür. Bundan ötürü ruhu yaşatmak bedeni taşımaktan güçtür. Ruh öldüğünde beden bir yüktür ve insan intiharla karşı karşıya gelir. İşte batının en büyük sıkıntısı manevi bir boşluk ve huzuru seküler amaçlar doğrultusunda kullanmasıdır. Bedenlerine hizmette sınırları kaldıran ama manevi yatırımda dibe vurmuş bir medeniyet(!) haline gelmişlerdir. İnsan hakları ve insan özgürlükleri gibi evrensel tutumlarda halis olmak ruh ile oluşacak bir şeydir, fakat batı öncelikle bundan mahrumdur. Kendi bedenlerine menfaati bulunmayan hiçbir olaya tavır sergilememeleri bunu gösterir. En bariz örneği de Orta Doğu’daki olayları, akan kanı, zulmü durdurmak yerine saman altından hatta bazı anlar doğrudan zalimi ve haksızı desteklemeleridir.

Bana bunca yazdıklarımın çözümünü soracak olursanız; ruh ilk üflendiğinde canlıydı, dünyaya geldiğinde dipdiri. İnsan iradesiyle –aslına- İslam’a kavuştuğunda iki dünya zengini. Yani ruha hayat veren Kuran’ın ışığı ve Peygamberimizin soluğu. Vesselam


banner983
Misafir Avatar
İsminiz
Yorum Gönder
Kalan Karakter:
Yorumunuz onaylanmak üzere yöneticiye iletilmiştir.×

banner376

banner375

banner377

banner981