“Lütfun da hoş kahrın da hoş; biz bize senden gelene razıyız.” anlamındaki hükmün yüksek makamına çıkmak; ancak eli işte, fakat kalbi manevi inleyişte olanların karıdır.
Dünyayı kesben değil; kalben terk edenlerin harcıdır. Yani dünyaya zahiren gömülmüş olacak; fakat manen zerre kadar dünya, nazarında hiç hükmünde kalacak.
İşte bu takdirde insan; görünüşte dünya işleriyle hercü merç içindeyken bile, görünmezlik noktasında tam bir dünya ötesi aleme bağdaş kurmuş; tefekkür deryasında birbiri arkasından anlam dalgalarının tatlı vuruşlarıyla; manevi bir sermestlik içinde, mana cennetinin koltuklarına kurulmuş vaziyettedir.
Çünkü insan öyle yüce bir Allah’ın gözde kuludur ki, ona yani canına / ruhuna, fikretme yolunu göstermiştir. Tefekkür / İlahi düşünme yolunu açmıştır. Böylece gönül toprağını, can nuruyla aydınlatmıştır.
Çünkü yüce Allah ona öyle bir ruh bahşetmiş / vermiştir ki, o ruh; İlahidir. Sayısız latifeler / latif şeyler kendisinde topluca var edilmiştir. Zira emir alemindendir. “Kün!” / “Ol!” emrine dayanmaktadır.
Keyfiyetini bilemeyiz. Mahiyetine yol bulamayız. Ama vücudunu biliriz. Çünkü varlığını; hadsen / ister istemez kendi varlığını kendisi belirttiği, bize hissettirdiği için biliriz. Zaten bilmemiz varsa şayet; o var olduğu içindir. Ruh sahibi olduğumuzdan ötürüdür.
Emir aleminden olan ruh; mahluk değildir. Maddeyle bir alış verişi yoktur.
Vardır ama madde değildir.
Vardır ama ele avuca sığmaz.
Vardır ama çıplak gözle görülmez.
Vardır ama meçhuldür.
Mahiyeti sırdır. Belki sırrın da ötesinde sırrın sırrıdır. Bilinenin; bilinmeyen, bildirilmeyen meçhul / bilinmez olarak var ettiği varlığıdır. Kapsamımızda olmayan, kapsamlı bir varlıktır. Vücut içiyle de alakalıdır, vücut dışıyla da…
Hükümdarın; ülkesinde tasarrufu neyse, nasıl hükmünü geçiriyorsa; ruh da beden memleketinde aynı şekilde hükümrandır. Hükmünü yürütür. Ama nasıl yürütür? Tasarrufu ne merkezdedir? İşte orası kapalı. Her ne kadar hükümdar; ruhu anlamaya bir nebze misal ise de; bu sadece, anlayışımıza bir derece açıklık olsun diyedir. Yoksa ruhun tasarrufu, hükümdarın tasarrufundan keyfiyet ve mahiyetçe çok farklıdır.
Çünkü ruhun hüküm, tesir ve etkisi; bedenin ne dışındadır ne de içinde…Peki o halde neresindedir? Hem bedenin her yerinde, hem de hiçbir yerinde!.. Çünkü ruh bedenin her yerinde, zamansız olarak aynı anda hükmünü icra eder. Fakat bedenin hiçbir yerinde mekan tutmuş da değildir.
Kesilen kol yüzünden ruhun kolu kesilmiş; herhangi bir organın alınması yüzünden ruh eksilmiş oluyor mu? Elbette hayır. Demek ruh bedenin hem her yerinde, hem de hiçbir yerinde!..Ama her yerinde hazır ve nazırdır. Zira ruh, Allah’tandır. Ondaki, O’nun katındaki her şeyden bir nebze, kendisine lutfedilmiştir.
Allah değildir. Ama Allah’tan olan ruh’ta, İlahi vasıflar, nitelikler; her birinden zerre miktar bile olsa, ruhun bilmediğimiz mahiyetine, bilemiyeceğimiz şekilde konmuştur.
“Heme ost.” değil, fakat diğer mahlukat ve varlıklar gibi “Heme ez ost” tur. Yani her şey O’ değil, lakin her şey O’ndandır hükmünce, ruhun diğer varlıklarla yaratılmışlığı aynı ise de; yaratışta yüce Allah; diğerlerine vermediği sayısız vasıf ve niteliklerle, o çok aziz kıldığı ruhu bezemiş ve en güzel şekilde donatmıştır.
****
Evet ne demiştik, ruh bedenin ne haricinde / dışında, ne de dahilinde / içindedir. Dışında olsaydı dahilde etkisiz, içinde olsaydı, bölünmesi parçalanması söz konusu olurdu.
Oysa ruh için bölünme, parçalanma, eksilme vb. şeyler söz konusu değildir. Ruh için beden içi – dışı diye bir ayrımdan da söz edilemez. İçte de tasarruf sahibi, dışla da ilgili aynı zamanda…
Tıpkı güneş gibi. Güneş nasıl ki, yeryüzünde aynı anda her şeyle birden söyleşir, konuşur. Lisanı halle halleşirse; güneş gibi olan ruh da, beden ülkesinin içiyle de, dışıyla da; sırasız olarak münasebette bulunur ve onlar üzerinde tasarruf sahibidir.
Güneş sırayla mı ilişki kuruyor yeryüzü ve üstündekilerle?
Ruh güneşi de, beden memleketiyle aynı şekilde ilgili ve alakalıdır. Önceliksiz ve sonrasızlık söz konusu olmadan. Nasıl ki, güneş bir; fakat tecellileri namütenahi / sayısızdır. Ruh da böyledir. Fakat bedendeki tezahürat ve tecelliyatı, tüm görüntü ve işleyişleri sayısızdır.
Nasıl ki, güneş bir; tecellileri ve görünüşleriyle; kendisini bin bir büyük küçük varlık ve canlıda bin bir şekilde, hesaba kitaba sığmaz tarzda gösteriyor. Ruh güneşi de birdir. Her insan vücudunda, özel konumda yerini almıştır. Aynen bir çınar tohumunun bin bir dal budak, yaprak şeklinde açılıp saçılması gibi. Ruh da beden toprağında, ete kemiğe bürünerek madde alemine, perdeli olarak açılıp saçılmıştır.
Evet ruh; semavi / göğe ait güneşin nuru gibidir. Yeryüzündeki bin bir ayna hükmündeki varlıkların sayısınca yansıması vardır. Varlığı görülür. Bütün bu varlık aynasındaki görüntüleri, varlık aynasındaki tecellileri nasıl ki birdir.
İşte insan denen en kapsamlı aynaların yüzeylerinde yansıyan ruhlar da, ruh güneşlerinin akislerinden, yansımalarından başka bir şey değildir.
Bütün bunlardan anlaşılıyor ki, ruhun bedenden müstakil / bağımsız bir mevcudiyeti vardır. Beden; ruhun istediği şekilde tasarruf sahibi olduğu, kendisinde hükmettiği bir ülkedir.
İşte bu ulvi ve tefekküri hususlar; bunaldığımız dünyadan bizi manen almalı. Huzur verici manevi düşünce, hayal ve tasavvur koltuklarında oturtarak; bizleri madde dünyasının ağır tazyiklerinden kurtarmalı.
Bekleme salonu olan bu dünya istasyonunda, ebed trenini bekliyor olmanın rahatlatıcı havasını teneffüs etmeliyiz. Böylece dünya sıkıntılarını hafifletmenin de, bir yolunu bulmuş oluruz.
Zaten dünyada rahat etmenin, tek yolu vardır. Dünyada rahat yok deyip, rahat etmek; yersiz arayışlarla günü zayi etmemek. Gün bugün, saat bu saat deyip, ibnülvakt / vaktin oğlu olmanın hazzını duymak gerek.
Velhasıl, dünyada rahat yok de; rahat et.