“You Can Count on Me” (2000) ve “Margaret” (2011) filmlerinden sonra hem yazıp hem de yönettiği üçüncü filmi “Manchester by the Sea” (Yaşamın Kıyısında, 2016) ile ustalık eserini ortaya koyan Kenneth Lonergan, kaybeden insanlar üzerine, hayat kadar sıradan ama hayat kadar vurucu bir hikâye sunuyor bize. 
 
Tuzlu Denize Balad
 
Başkarakterimiz Lee Chandler, hiçbir umudu kalmamış kaybeden bir adamdır. Lee, abisi öldüğünde geçmişinin en büyük kâbusu olan ebeveynlik rolünü yeniden üstlenmek zorunda kalır. Başlangıçta abisinin oğlu Patrick’e karşı ılımlı ama çözmesi gereken maddesel bir problem gibi yaklaşır. Patrick de Lee gibi “yabancı” biridir ve bu iki “yabancı”nın bir araya gelmesiyle film daha derin bir yapıya kavuşur. Şimdiye dek Hollywood sinemasında “aile” üzerine birçok farklı film izlemişizdir ve bu filmlerde insanların ailesi için akla gelebilecek her şey ile mücadele ettiklerine şahit olmuşuzdur. Ama insanın ailesi için kendi kendisiyle mücadele edişinin hikâyesine pek rastladığımız söylenemez.
 
Hikâyesinin merkezine insanı alan ve hiçbir şeyin göründüğü gibi olmadığını bize unutamayacağımız bir şekilde hatırlatan Lonergan, işte bu sıradan -gibi gözüken- hikâyeyi, anlatış şekliyle ne kadar da iyi bir hikâye anlatıcısı olduğunu ispatlıyor. Ve ince ince düşünüp yazdığı bu hikâyeyi görselleştirirken de aynı hassasiyeti gösteriyor. Lonergan, süreyi kısaltıp daha hızlı anlatmak ve görece daha önemsiz olan sahneleri filmden atmak yerine, yavaş, uzun ve detaylı sahnelerle karakterlerin hayatına daha kolay girmemizi ve onları daha iyi anlamamızı sağlıyor. Böylece Lee ve Patrick’in iç dünyaları başarılı bir şekilde analiz edilip somutlaştırıldığı için daha “gerçek” karakterler izliyoruz.
 
Özgürlüğe Giden Yol
 
Lonergan, sadece iyi bir hikâye anlatmakla kalmıyor, bununla birlikte hikâyeyi güçlü metaforlarla da destekliyor. Mesela babasından kalan diğer hiçbir şeyle ilgilenmeyen Patrick’in tekneye olan bağlılığı pek de garip bir şey değil aslında. Ne de olsa yönetmenin yarattığı bu dünyada, deniz özgürlüğü temsil ediyorsa, tekne de özgürlüğe giden yolu temsil ediyor. İşte bu yüzden sürekli olarak Lee’nin tekneyi satmaya çalışmasını, Patrick’in ise tamir etmek için uğraşmasını izliyoruz. “Şimdi”yi “geçmiş” ile desteklemeye çalışan çoğu filmin kurgu anlamında çuvalladığını sıkça görmüşüzdür. Flashback’leri yerinde ve yeterli bir şekilde kullanan “Manchester by the Sea” ise bu konuda tutarlı olmayı başarıyor. Böylece Lee’nin geçmişini yavaş yavaş ve olması gerektiği kadar öğreniyoruz. Aynı zamanda flashback’e geçtiğimiz sahnelerde Lee, asansör, araba, küçük bir oda gibi kapalı bir mekânda bulunuyor. Bu sayede karakterin, geçmişinin verdiği ağırlık ile ezildiğini çok daha iyi hissediyoruz. Hatta bu şekilde bize anıların insan ruhunda yarattığı klostrofobi etkisi de aktarılmış oluyor.
 
Klasik ve modern müzikleri ile “Manchester by the Sea”, şarkı sözleri olmayan ve dans sahneleri bulundurmayan hüzünlü bir müzikale benziyor. En yıkıcı olaylar ile en sıradan şeylere hep aynı dinginlikle yaklaşan film, usul usul başlayıp usul usul bitiyor. Hem de belirli bir başlangıç ve bitişinin olmamasının hiç bir önemi yokmuş gibi. Zira biz ne olduğunu görmesek bile Lee ve Patrick’in birbirlerinin hayatlarında önemli değişikliklere sebep olduklarını biliyoruz. Sonuç olarak, kan bağı olan bu iki “yabancı”nın hikâyesini izledikten sonra unutmamız pek mümkün gözükmüyor…
banner983
Misafir Avatar
İsminiz
Yorum Gönder
Kalan Karakter:
Yorumunuz onaylanmak üzere yöneticiye iletilmiştir.×

banner376

banner375

banner377

banner981