Çok değerli bir meslektaşımızı yitirdik geçenlerde… Aslında büyük bir romancı ve dünyanın en ünlü, en çok okunan yazarlarından biri olan Gabriel García Márquez ya da Latin Amerikalıların dediği gibi Gabo; eski ve önemli gazeteciydi de… Kendini her şeyden önce bir gazeteci olarak görüyordu. “Dünyanın en güzel mesleği” dediği gazeteciliğe aşıktı.
Don Kişot’un yazarı Cervantes’ten sonra İspanyol dilinin en büyük yazarı olarak biliniyordu. Yalnızca İncil, İspanyolca'da Gabriel García Márquez’in kitaplarından daha çok sattı. Tüm dünyada 30 milyonun üzerinde satan Yüzyıllık Yalnızlık adlı romanı, isminin önüne geçmişti. Bu roman sayesinde 1982 yılında Nobel Edebiyat Ödülü’nü alırken bile mesleğini, “Ben esas olarak gazeteciyim ve gazeteci olarak kalacağım” diyerek dile getirdi. Bu meslek onun için “dünyanın en iyi sanatı" ydı. Nobel Ödülü’nden aldığı parayla hemen bir dergi satın aldı ve gazeteciliği sürdürdü.
Ülkesi Kolombiya’da hukuk öğrenimini yarıda bırakarak, 1940’lı yıllardan itibaren uzun yıllar gazetecilik yaptı. 1954 yılında çalıştığı gazete tarafından Roma’ya gönderildi. Kolombiya’da askeri darbe ve şiddet dönemi yaşanıyordu, o zamandan sonra ömrünün büyük bölümünü Paris, Venezuela ve son olarak karısı Mercedes ile birlikte 30 yıldır yaşadığı Meksika’da geçirdi.
“Günümüz gazeteciliğini yozlaştıran ve mahcup eden etik ihlallerinin ve diğer sorunların her zaman ahlaksızlıktan değil, aynı zamanda mesleki yetenek eksikliğinden kaynaklandığına inanarak biraz rahatlayabiliriz. Belki de gazetecilik okullarının talihsizliği, kimi yararlı hilelerini öğretirken, mesleğin kendisi hakkında az şey öğretmeleridir. Gazetecilik okullarındaki her eğitim üç temel ilkeye oturmalıdır: ilki ve en önemlisi, istidat ve yetenek olmalıdır; sonra, "araştırmacı" gazeteciliğin özel bir şey olmadığı, tüm gazeteciliğin, tanım olarak, araştırmacı olduğu bilinmelidir; ve üçüncüsü, ahlakın (etik'in) öylesine bir meslek şartı değil, vazgeçilmez bir şart olduğu bilinmelidir.
Her gazetecilik okulunun nihai hedefi, temel iş eğitimine dönmek ve gazeteciliği orijinal özelliği olan kamu hizmeti haline getirmek; eski haber merkezlerinin tutkulu, gayriresmi beş çayı molası seminerlerini yeniden keşfetmek olmalıdır.”
Bir de ölmeden az önce tüm insanlığa hediye gibi bıraktığı Veda Mektubu var. İlk satırları oldukça etkileyici:
"Tanrı bir an için paçavradan bebek olduğumu unutup can vererek beni ödüllendirse, aklımdan geçen her şeyi dile getiremeyebilirdim, ama en azından dile getirdiklerimi ayrıntısıyla aklımdan geçirir ve düşünürdüm. Eşyaların maddi yönlerine değil anlamlarına değer verirdim.
Az uyur, çok rüya görür, gözümü yumduğum her dakikada, 60 saniye boyunca ışığı yitirdiğimi düşünürdüm. İnsan aşktan vazgeçerse yaşlanır. Başkaları durduğu zaman yürümeye devam ederdim. Başkaları uyurken uyanık kalmaya gayret ederdim. Başkaları konuşurken dinler, çikolatalı dondurmanın tadından zevk almaya bakardım. Eğer Tanrı bana birazcık can verse; basit giyinir, yüzümü güneşe çevirir, sadece vücudumu değil, ruhumu da tüm çıplaklığıyla açardım. Tanrım, eğer bir kalbim olsaydı nefretimi buzun üzerine kazır ve güneşin göstermesini beklerdim. Gökyüzündeki aya; yıldızlar boyunca Van Gogh resimleri çizer, Benedetti şiirleri okur ve serenadlar söylerdim. Gözyaşlarımla gülleri sular, vücuduma batan dikenlerinin acısını hissederek dudak kırmızısı taç yapraklarından öpmek isterdim."