Hz. Mevlânâ, 30 Eylül 1207, Belh – 17 Aralık 1273, Konya.

“Mevlânâ kâmil mânâda âlim, sûfî ve şairlik özelliklerine sahip bir şahsiyettir…Mevlânâ’daki dinî-tasavvufî düşüncenin kaynağı Kur’an ve Sünnettir. ‘Canım tenimde oldukça Kur’an’ın kölesiyim ben. Seçilmiş Muhammed’in yolunun toprağıyım…’ beytiyle bunu dile getirmiş; (İlmin kapısı Hz. Ali’nin tayin ettiği kadıları / hakimleri görev yerlerine gönderirken söylediği: ‘Müslümanlara karşı âdil olun, onlara adâletli davranın; çünkü onlar sizin din kardeşleriniz. Müslüman olmayanlara da, adâletle muamele edin. Çünkü onlar da, sizin insan olarak kardeşleriniz’ diyerek, nasıl bir tavır içinde olmaları gerektiğini belirttiği gibi, Hz. Mevlânâ da:)

“ ‘Pergel gibiyim bir ayağımla şeriat (din) üstünde sağlamca durduğum hâlde, öbür ayağımla yetmiş iki milleti dolaşıyorum.’ diyerek bir Müslüman olarak insanlığı kucaklayabildiğini belirtmiştir. (Çünkü) Eflâkî ‘Onun soyunun anne tarafından Hz. Ali’ye ulaştığını’ söyler.

“Mevlânâ’ya göre her ne kadar görünüşte ayrılık olsa da, varlıkta birlik (vahdet-i vücûd) esastır.

“İman-küfür, hayır-şer gibi ayırımlar bize göredir.

“Allah’a nisbetle hepsi birdir. Kötülük, iyilikten ayrılmaz.

“Kötülük olmadan kötülüğü terk etmek imkânsızdır. Yine küfür olmadan din olmaz.

“Çünkü din küfrü bırakmaktır. Bunların yaratıcısı da birdir.

“Ona göre ikilikten kurtuluş (gerçek tevhid) kulun kendi varlığından soyulmasıyla gerçekleşir.

“Birlik, ittihat ya da hulûl değil kulun kendi izafî varlığından geçmesidir.

“Allah’ın yanında iki ‘ben’ söz konusu olamaz. Bu konuyla ilgili olarak, “Sen ‘ben’ diyorsun, o da ‘ben’ diyor. Ya sen öl ya da O ölsün ki bu ikilik kalmasın. O’nun ölmesi imkânsız olduğuna göre ölmek sana düşer!” demekte ve tasavvufun hedefi olan “ölmeden önce ölme” ilkesine vurgu yapmaktadır. Mevlânâ’ya göre kul, benliğinden sıyrılmakla gerçek anlamda irade hürriyetine kavuşmaktadır. Çünkü ferdiyetten kurtulup mutlak varlığa kavuşan kimsenin iradesi tıpkı varlığı gibi Allah’ta fani olmuştur. Onun irade ve ihtiyarı Allah’ın irade ve ihtiyarıdır. Bu mertebede kul, cebirden de ihtiyardan da söz edebilir. Ancak ferdiyetinden kurtulmadan yaptıklarını Allah’a isnat etmek yalancılıktır.” (Prof.Dr. Reşat Öngören)

“Mevlânâ ve meslektaşları kâinatta olup-biten olaylara ‘tecelli’ diye bakarlar.

“Can sıkıcı olanlarına ‘celâlî’, gönül açıcı olanlarına ‘cemâlî’ adını verirler…

“Mevlânâ’nın meslektaşlarına göre Kâinatta ortaya çıkan bütün celâlî tecelliler aynı zamanda cemalî tecellileri barındırırlar. Bu tespit şu âyette ifade edilen gerçekle de bağdaştırılabilir:

‘…Hoşunuza gitmeyen bir şey sizin için hayırlı olabilir, hoşunuza giden bir şey de sizin için şer olabilir. Allah bilir, siz bilmezsiniz!’ (Bakara, 2 / 216)

“Niyazî-i Mısrî ise bu hakikati gül ve diken (har) benzetmesiyle XVII. Yüzyılda şöyle anlatıyor:

‘Cemâli zâhir olsa tiz celâli yakalar anı. Nerde bir gül açılsa yanında har olur peyda.’

“Bilindiği gibi İslâm medeniyetinin üç dili vardır: Arapça, Farsça ve Türkçe…

“Selçuklu Devleti için büyük bir sıkıntı teşkil eden Babaîler hareketi içinde büyüyen ‘gül’ ise Yunus Emre’dir.


BU REKLAMI BİLDİR

“Bu medeniyetin üçüncü dilini kullanarak aynı gönül felsefesini insanlara anlatan Bizim Yunus, tasavvufî düşüncenin bütün ‘derin’liklerini manzum olarak terennüm etmiş, inciyi bulmak isteyenlere rehberlik yapmıştır (öl. 1320):

Yoldaş olalım ikimiz gel dosta gidelim gönül

Hâldaş olalım ikimiz gel dosta gidelim gönül

Gerçek erene varalım hakkın haberin soralım

Yûnus Emre’yi alalım gel dosta gidelim gönül “

(Mustafa Kara)

banner983
Misafir Avatar
İsminiz
Yorum Gönder
Kalan Karakter:
Yorumunuz onaylanmak üzere yöneticiye iletilmiştir.×

banner376

banner375

banner377

banner981